25 Aralık 2009

Toplam Kalite’de Geçici Tedbirler

Bir uçağın, kara taşıtlarından daha fazla tedbirler içermesi dikkat çekicidir!
İlginç geliyor ama biraz düşününce o kadar da değil ! :D

Sebebi şu; otobüste bir arıza ortaya çıkarsa kaptan emniyet şeridine geçip durabilir. Tabi bu her zaman mümkün olmayabilir. Kazalardan da bu görülüyor!

Hâlbuki uçaklarda emniyet şeridine geçme ihtimali yok! Yani telafi edilemeyecek arızalarda genellikle uçağın irtifa kaybetmeye başlamasıyla sonuçlanacak bir süreç başlar. Uçak her zaman inecek düzgün bir alan bulamayabilir. Bu yüzden, neredeyse her sistemin bir yedeği bulunur!
Bunda; “Uçma arkadaş, karadan git!” diyen makul, emniyet odaklı(ürkek) sağduyumuza karşın; “Hayır! Biz uçmalıyız!” diyen inatçı sol duyumuzun etkisi büyük sanırım.

Arıza kaçınılmazdır! Bundan kurtulamayız! Ancak yedek sistemler kurulabilir. Yani geçici tedbirler alabiliriz!

Bunlar uçaklar için zorunlu kılınmıştır. Uçağın düşmemesi için…
İşletmeyi uçak gibi düşünebiliriz. İşletmenin düşmemesi için de yedek sistemlere önem verilmesi gerekir.
İşletmelerde iç müşteri(çalışanlar) ve dış müşteri vardır! Her ikisinin de işletme kaynaklı mutsuzluğu, işletmeyi olumsuz etkiler!

Mekân temelli hizmet işletmelerinde geçici tedbirler alınmadığı zaman müşteri memnuniyeti şansa bırakılmış demektir! Bu ise, ilk sorunda işletmenin irtifa kaybetmeye başlaması anlamına gelir! Eğer çok yoğun caddelerde (turistik yerler vb.) ise bu onun cirosuna pek yansımayabilir!
Fakat müşterilerinin kendilerini iyi hatırlamalarını isteyen işletmelerde bu konunun daha çok önemsendiğini görebilmekteyiz.

Hizmet işletmelerinde geçici tedbirlere örnek; Tuvalet kapsının kilidi bozulabilir diye yedek olarak daha basit bir kilit düzeneği kapıda bulunmalı. Yakın geçmişte şahit olduğum bir kilit sorununda kapıyı kapalı tutan metal dil de sıkışmıştı. Yani kapı kilitlenmek bir yana kapanmıyordu bile! Üstelik camsız mobilya kapı! İçeride biri var mı yok mu belli değil!
Yine ‘üstelik’ yemek yenen masalara epey yakındı!
Çok kötü çok…

İşte bir işletme bu gibi durumlara meydan vermemeli! Hatta aile gibi aynı mekânı paylaşan birden çok kişi, yaşam alanlarının toplam kalitesi açısından geçici tedbirler alsa daha mutlu olmak için yaralı bir şey yapmış olurlar diye düşünüyorum!

Verdiğim örneği biraz daha irdeleyelim. Bir lokantaydı mekânımız. Yaklaşık 7-8 kişi aktif haldeydi. Hepsinin yapacak işleri vardı! Bütün masalar dolmuştu. Bir telaş hepsinde gözlenebiliyordu. Telaş hizmet işletmelerinde genellikle normal kabul edilir. Eğer bundan da kurtulabilinirse ne mutlu! Fakat şimdilik lüks mekânlar hariç bu başarılmış değil!

Böyle bir meşguliyette, masalara yakın olan lavabonun kapısı kapanmayacak hale gelirse bu herkes için artı bir sıkıntı olur! Sorumlu kimse, müşterilere mahcup olmaktan endişe eder. Bir yandan da acil çilingir hizmeti ayarlayabilecek zamanı olamaz! Eğer kasayla ve diğer işlerle meşgulse… Gördünüz mü!? Yedek eleman zaten düşünülmez! O noktaya bir sonraki çağda gelinebilir sanırım. :)
Müşteri, kullanmak zorunda kaldığı lavabonun bu halini gördüğünde morali bozulur! İhtiyacını görse bile zorlukla görür… Artık işletme hakkında kötü kanaat taşır. Bir de tahammülsüz olanların garsonlara veya sorumlulara fırça attığını düşünün!

Eğer basit bir yedek sürgülü kilit olsaydı, bunların hiç biri olmayacaktı. Müşterilerin az olduğu bir anda ve ya işletmenin kapalı olduğu zamanda kilit tamir edilir ve bu arıza sıkıntısız atlatılırdı. Bu sadece tek örnekti. İşine özen gösteren her yönetici, yedek tedbirlere de önem verdiğinde kendisi, diğer çalışanlar ve müşteriler daha mutlu olabilir. Personelin, işe karşı hislerinin olumsuzlaşmasına da engel olabilir.

Kapı kolunun bulunduğu kilidin yanına ‘1. kilit’ , sürgülünün yanına ‘2. kilit’(ya da ‘Yedek kilit’ ) diye etiketler eklenirse daha iyi olur! Müşteri hangisini önce denemesi gerektiğine dair bir ipucu elde eder.
Yoksa sürgülü kilidi gördüğünde onun yedek değil asıl kilit olduğunu düşünmesi pek muhtemeldir. Bu sefer çoğunluk onu kullanır. Bunun bir önem arz edip etmemesi yöneticinin takdiridir. Yorum farkı olabilir. Bence önemli. Şu açıdan;
Yedek kilide, yedek sistemlere (dolayısıyla da müşteri memnuniyeti için çapa sarf edildiğine) işaret edilmiş olunur! Ayrıca birinci kilit daha sağlam ve pratik olur. Kapının itilmesi durumunda menteşelere eşit yük binmesi açısından kapının orijinal kilidi daha yararlıdır.
Tercihe ve duruma göre daha fazla yedek kullanılabilir..!

Buna karar verildiği anda gerekirse işletme birkaç gün hizmet vermeden bu alt yapı çalışmasını gerçekleştirmelidir.

Eğer yönetici hangi konularda yedek tedbiri alabileceğini göremediğini düşünüyorsa, bir miktar para harcayıp profesyonel bir işletmeciden yardım alabilir. Buna gerek duyulabileceğini pek sanmıyorum ama hayat ilginçtir... :)

23 Aralık 2009

Paradigma Değiştimek

Stephan Covey'den:


Önemli bir toplantıda cep telefonuyla bağıra bağıra konuşan bir kişi garibinize gidiyorsa, paradigmanızı değiştirmeden onu değerlendirdiğiniz için, siz yanılıyorsunuzdur.

Örneğin trende giderken, bir baba, 3 evladıyla oturup, sürekli ağlayan çocuklarına hiç, susun, demeden yolculuğa devam ettiğinde ; siz ona ne gamsız adam, diyebilirsiniz. Ama sorsanız, belki de onlar hastaneden geliyorlardır ve bir saat önce çocukların anneleri ölmüştür ve eve dönüyorlardır.

Prof.Covey in konuşmasını dinlemeye gelen annesi, arka sırada oturan 2 kişinin toplantı boyunca sürekli konuştuklarını görerek, çok öfkelenmiş ve oğlumu küçümsüyorlar diyerek te çok üzülmüş. Yemek molasında oğluna, şunların kafasına çantamı indiresim geliyor, demiş. Oğlu; "anne o adam Finlandiyalı, burada simultane tercüme yok, mecburen tercümanı yanına oturttuk" demiş.

Havaalanında aktarma yapmak isteyen yaşlı bir hanım, uçağının 2 saat gecikmeli olduğunu öğrenince, dergiler ve bir kutu kurabiye alarak bekleme salonuna geçmiş.Yanındaki sehpaya da dergileri ve kurabiye kutusunu bırakarak, okumaya dalmış. Bir ara bakmış ki, yanındaki koltuğu oturan bir adam, sehpadaki kurabiye paketini açıyor ve yemeye başlıyor. Kurabiyelerin kendisine ait olduğunu hissettirmek isteyen kadın, adama dik dik bakmış. Hatta canı o an istemediği halde, kutudan bir kurabiyeyi ağzına atmış. Her halde kurabiyelerin sahibinin kim olduğunu artık anlamıştır diye düşünürken, adam bir tane daha ağzına atmaz mı? Hemen kadın da bir tane daha atmış ve bir yarışma başlamış, adam bir tane, kadın bir tane. Sonuçta kutuda tek kurabiye kalmış, adam onu hızlıca kaparak ortadan bölmüş ve gülerek kadına ikram etmiş. O sırada, kadının uçağının alana indiği anonsu duyulmuş ve işlemler için kadın bankoya gitmiş. Pasaportunu çıkartmak için çantasını açtığında, ne görsün ; kendi kurabiye paketi, hiç açılmamış olarak çantasında durmuyor mu ? Meğer, bunca zamandır adamın kurabiyesini yiyormuş. Tabii çok utanmış ama, artık iş işten çoktan geçmiş.

Başkalarının düşünce ve davranışları hakkında hüküm verirken, elimizdeki veriler çoğu zaman yeterli olmuyor. Davranışların nedenini bilmeden çok yanlış yargılara varabiliyoruz.

Covey bu örnekleri ; "aynı enformasyona farklı bakış, bizim davranışlarımızı belirler" diye özetliyor. Buradan yola çıkarak çözemediğimiz sorunlar için, paradigma (zihin haritası) değiştirmenin gereğini vurguluyor ve Einstein'in bir sözünü anımsatıyor :

Karsılaştığınız sorunları, o sorunları yarattığınız düşünce düzleminde kalarak çözemezsiniz.
Çoğumuzun zaman zaman yaptığı gibi, "sorunların içinde kaybolmak" yerine, paradigma değiştirmeyi başarıp, sorunlara farklı biçimde yaklaşabilenler, o sorunu aşma şansını da yakalıyorlar. Zaten sorunlarımızı dostlarımızla paylaşmamızın nedenlerinden biri de, farklı bir bakışın, bize farklı davranabilme kapısı aralama ihtimali değil midir?

Çözümsüz gibi gördüğünüz sorunlar konusunda paradigma değiştirmenin önemi çok büyüktür. Aslında hayatimızı, basarımızı, mutluluğumuzu belirleyen bizim kendi davranışlarımızdır. Başımıza gelen her şeyle onlara verdiğimiz tepki ve yanıt arasında geniş bir hareket alanı vardır..."

CanimGrubum'a teşekkürler...

18 Aralık 2009

Apartmanlar (Gürültü Sorunu)


Her ilden, numune var bu şehirde.
Her türden, insan var bu şehirde.

Yalıtımsız apartmanlar var bu şehirde…


Gece ikide tıraş olanlar da var bu şehirde :(

Anlamışsınızdır…
15 yıl öncesine kadar mantar gibi üreyen inşaatlarda ses yalıtımının önemsendiği söylenemez. Bendeniz de onlardan birinde oturmaktayım!

Elbette insanlar evlerinde istediklerini yapmakta özgür olmalıdır. Ne var ki gürültü konusunda apartmanlarda bazı kararlar alınır. Sabah 9 ‘dan önce ve akşam 9 ‘dan sonra gürültü yapılmayacak gibi..

İstanbul oldukça hareketli bir ildir. Taşınmak vazgeçilmez bir kavramdır. Yeni komşular da öyle… Gelir gelmez “-Apartmanımızın kuralları şunlardır. Uyunuz!” Şeklinde ellerine bir liste tutuşturabilinse sanırım daha iyi olurdu..!

Öyle olmamış. Banyoda açılan bir musluk, civar iki-üç daireye ilginç bir senfoni ulaşmasına sebep oluyor! Üstüne bir de tıraş olduğu jileti her defasında lavaboya vurarak silkmesi üstüne kapak oluyor! Bu pek çok kişinin uyguladığı bir yöntemdir. Tabi kurallarla korunmuş saatlerde yapılması nahoştur! İnsanları uyandırmanın yollarından biridir. Neyse ki jiletin deriye sürtünme sesi ulaşmıyor! Şükredecek bir şey vardır her zaman! :)

Ses ve ısı yalıtımı pek çok açıdan önemlidir!

Pek çok soruna katlanan bir milletiz. Elbet sabrımız ödüllendirilecektir.

Gece uykunuz bölünse de, kalp kırmayın! Kafa zaten kırmayın…

Kendimize yapılmasını istemediğimizi başkasına yapmamaya daha fazla gayret göstermeliyiz.

Hayallerimizdeki evlere, hayırlısıyla kavuşmamızı Allah’tan dilerim…

4 Aralık 2009

Şems-i Tebrizi'den 40 Kural!

(kaynak : zehrasunay.wordpress.com/2009/05/11/semsin-40-kurali/)

Sıralama farklı olabiliyor. Fakat kurallar aynıdır...


1. kural: Yaradanı hangi kelimelerle tanımladığımız, kendimizi nasıl gördüğümüze ayna tutar. Şayet Allah dendi mi öncelikle korkulacak, utanılacak bir varlık geliyorsa aklına, demek ki sen de korku ve utanç içindesin çoğunlukla. Yok, eğer, Allah dendi mi evvela aşk, merhamet ve şefkat anlıyorsan, sende de bu vasıflardan bolca mevcut demektir.


2. kural: Hak yolunda ilerlemek yürek işidir,akıl işi değil. Kılavuzun daima yüreğin olsun,omuzun üstünde ki kafan değil. Nefsini bilenlerden ol silenlerden değil !


3. kural: Kur’an dört seviyede okunabilir. İlk seviye zahiri manadır(görünen). Sonra ki batıni(iç-derin) manadır. Üçüncü batıninin batınisidir. Dördüncü seviye o kadar derindir ki kelimeler kifayetsiz kalır tarif etmeye.


4. kural: Kainattatki her zerrede Allah’ın sıfatlarını bulabilirsin, çünkü O camide, mescitte, kilisede, havrada değil, her an her yerdedir. Allah’ı görüp yaşayan olmadığı gibi, onu görüp ölen de yoktur. Kim O’nu bulursa, sonsuza dek O’nda kalır.


5. kural: Aklın kimyası ile aşkın kimyası başkadır. Akıl temkinlidir. Korka korka atar adımlarını. Aman sakın kendini diye tembihler. Halbuki aşk öyle mi? Onun tek dediği:
Bırak kendini, ko gitsin; akıl kolay kolay yıkılmaz. Aşk ise kendini yıpratır, harap düşer. Halbuki hazineler ve defineler yıkıntılar arasında olur. Ne varsa harap bir kalpte var!

6. kural: Şu dünyadaki çatışma, önyargı ve husumetlerin çoğu dilden kaynaklanır. Sen sen ol, kelimelere fazla takılma. Aşk konusunda dil zaten hükmünü yitirir. Aşık dilsiz olur.


7. kural: Şu hayatta tek başına inzivada kalarak, sadece kendi sesinin yankısını duyarak, hakikati keşfedemezsin. Kendini ancak bir başka insanın aynasında tam olarak görebilirsin.


8. kural: Başına ne gelirse gelsin, karamsarlığa kapılma. Bütün kapılar kapansa bile, sonunda O sana kimsenin bilmediği gizli bir patika açar. Sen şu anda göremesen de, dar geçitler ardında nice cennet bahçeleri var. Şükret! istediğini elde edince şükretmek kolaydır. Sufi, dileği gerçekleşmediğinde de şükredebilendir.


9. kural: Sabretmek, öylece durup beklemek değil, ileri görüşlü olmak demektir. Sabır nedir? Dikene bakıp gülü, geceye bakıp gündüzü tahayyül edebilmektir. Allah aşıkları sabrı gülbeşeker gibi tatlı tatlı emer, hazmeder. Ve bilirler ki, gökteki ayın hilalden dolunaya varması için zaman gerekir.


10. kural: Ne yöne gidersen git, doğu,batı,kuzey ya da güney- çıktığın her yolculuğu içine doğru bir seyahat olarak düşün! Kendi içine yolculuk eden kişi, sonunda arzı dolaşır.


11. kural: Ebe bilir ki sancı çekilmeden doğum olmaz, ana rahminden bebeğe yol açılmaz. Ssenden yepyeni ve taptaze bir sen zuhur edebilmesi için zorluklara, sancılara hazır olman gerekir.


12. kural: Aşk bir seferdir. Bu sefere çıkan her her yolcu, istese de istemese de tepeden tırnağa değişir. Bu yollara dalıp da değişmeyen yoktur.


13. kural: Şu dünyada semadaki yıldızlardan daha fazla sayıda sahte hacı, hoca ,şeyh, şıh var. Hakiki mürşit seni kendi içine bakmaya ve nefsini aşıp kendindeki güzellikleri bir bir keşfetmeye yönlendirir. Tutup da ona hayran olmaya değil.


14. kural:Hakk’ın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine, teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil seninle beraber aksın. Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?


15. kural: Allah, içte ve dışta her an hepimizi tamama erdirmekle meşguldür. Tek tek her birimiz tamamlanmamış birsanat eseriyiz. Yaşadığımız her hadise, atlattığımız her badire eksiklerimizi gidermek için tasarlanmıştır. Rab noksanlarımızla ayrı ayrı uğraşır çünkü beşeriyet denen eser, kusursuzluğu hedefler.


16. kural:Kusursuzdur ya Allah, onu sevmek kolaydır. Zor olan hatasıyla sevabıyla fani insanları sevmektir. Unutma ki kişi bir şeyi ancak sevdiği ölçüde belebilir. Demek ki hakikaten kucaklamadan ötekini, Yaradan’dan ötürü yaratılanı sevmeden, ne layıkıyla bilebilir , ne layıkıyla sevebilirsin.


17. kural: Esas kirlilik dışta değil içte, kisvede değil kalpte olur. Onun dışındaki her leke ne kadar kötü görünürse görünsün, yıkandı mı temizlenir, suyla arınır. Yıkamakla çıkmayan tek pislik kalplerde yağ bağlamış haset ve art niyettir.


18. kural: Tüm kainat olanca katmanları ve karmaşasıyla insanın içinde gizlenmiştir. Şeytan, dışımızda bizi ayartmayı bekleyen korkunç bir mahluk değil bizzat içimizde bir sestir. Şeytanı kendinde ara, dışında, başkalarında değil ve unutma ki nefsini bilen Rabb’ini bilir. Başkalarıyla değil sadece kendiyle uğraşan insan sonunda mükafat olarak Yaradan’ı tanır


19. kural:Başkalarından saygı,ilgi ya da sevgi bekliyorsan önce sırasıyla kendine borçlusun bunları. Kendini sevmeyen birinin sevilmesi mümkün değildir. Sen kendini sevdiğin halde dünya sana diken yolladı mı, sevin. Yakında gül yollayacak demektir.


20. kural: Yolun ucunun nereye varacağını düşünmek beyhude bir çabadan ibarettir. Sen sadece atacağın ilk adımı düşünmekle yükümlüsün. Gerisi zaten kendiliğinden gelir.


21. kural: Hepimiz farklı sıfatlarla sıfatlandırıldık. Şayet Allah herkesin tıpatıp aynı olmasını isteseydi,hiç şüphesiz öyle yapardı. Farklılıklara saygı göstermemek,kendi doğrularını başkalarına dayatmaya kalkmak, Hakk’ın mukaddes nizamına saygısızlık etmektir.


22. kural: Hakiki Allah aşığı bir meyhaneye girdi mi orası ona namazgah olur. Ama bekri aynı namazgaha girdimi orası ona meyhane olur. Şu hayatta ne yaparsak yapalım, niyetimizdir farkı yaratan, suret ile yaftalar değil.


23. kural : Yaşadığımız hayat elimize tutuşturulmuş rengarenk ve emanet bir oyuncaktan ibaret. Kimisi oyuncağı o kadar ciddiye alır ki ağlar, perişan olur onun için. Kimisi eline alır almaz şöyle bir kurcalar oyuncağı , kırar ve atar. Ya aşırı kıymet verir , ya kıymet bilmeyiz.
Aşırılıklardan uzak dur. Sufi ne ifrattadırne tefritte. Sufi daima orta yerde…

24. kural : Madem ki insan eşref-i mahlukattır, yani varlıkların en şereflisi, attığı her adımda Allah’ın yeryüzünde ki halifesi olduğunu hatırlayarak , buna yakışır soylulukta hareket etmelidir. İnsan yoksul düşse, iftiraya uğrasa, hapse girse, hatta esir olsa bile, gene de başı dik, gözü pek, gönlü emin bir halife gibi davranmaktan vazgeçmemelidir.

25. kural : Cenneti ve cehennemi illa ki gelecekte arama. İkisi de şu an da burada mevcut. Ne zaman birini çıkarsız, hesapsız ve pazarlıksız sevmeyi başarsak, cennetteyiz aslında. Ne vakit birileriyle kavgaya tutuşsak; nefrete, hasede ve kine bulaşsak, tepetaklak cehenneme düşüveririz.

26. kural : Kainat yekvücud, tek varlıktır. Herşey ve herkes görünmez iplerle birbirine bağlıdır. Sakın kimsenin ahını alma; bir başkasının hele hele senden zayıf olanın canını yakma. Unutma ki dünyanın öte ucunda tek bir insanın kederi, tüm insanlığı mutsuz edebilir. Ve bir kişinin saadeti herkesin yüzünü güldürebilir.

27. kural : Şu dünya bir dağ gibidir, ona nasıl seslenirsen o da sana öyle aksettirir. Ağzından hayırlı bir laf çıkarsa, hayırlı laf yankılanır, şer çıkarsa sana gerisin geri şer yankılanır.
Öyleyse kim ki senin hakkında kötü konuşur, sen o insan hakkında kırk gün kırk gece güzel sözler et. Kırk günün sonunda göreceksin herşey değişmiş olacak. Senin gönlün değişirse dünya değişir.

28. kural : Geçmiş zihinlerimizi kaplayan bir sis bulutundan ibaret. Gelecek ise başlı başına bir hayal perdesi. Ne geleceğimizi bilebilir, ne geçmişimizi değiştirebiliriz. Sufi daima şu anın hakikatini yaşar.

29. kural : Kader hayatımızın önceden çizilmiş olması demek değildir. Bu sebepten,”ne yapalım, kaderimiz böyle”deyip boyun bükmek cehalet göstergesidir. Kader yolun tamamını değil, sadece yol ayrımlarını verir. Güzergah bellidir ama tüm dönemeç ve sapaklar yolcuya aittir. Öyleyse ne hayatının hakimisin,ne de hayat karşısında çaresizsin.

30. kural : Hakiki sufi öyle biridir ki başkaları tarafından kınansa, ayıplansa, dedikodusu yapılsa, hatta iftiraya uğrasa bile, o ağzını açıp da kimse hakkında tek kelime kötü laf etmez.
Sufi kusur görmez kusur örter.

31. kural : Hakk’a yakınlaşabilmek için kadife gibi bir kalbe sahip olmalı. Her insan şu veya bu şekilde yumuşamayı öğrenir. Kimi bir kaza geçirir, kimi ölümcül bir hastalık, kimi ayrılık acısı çeker, kimi maddi kayıp… Hepimiz kalpteki katılıkları çözmeye fırsat veren badireler atlatırız. Ama kimimiz bunda ki hikmeti anlar ve yumuşar; kimimiz ise ,ne yazık ki daha da sertleşerek çıkar.

32. kural : Aranızda ki perdeleri tek tek kaldır ki Allah’a saf bir aşkla bağlanabilesin. Kuralların olsun ama kurallarını başkalarını dışlamak yahut yargılamak için kullanma. Bilhassa putlardan uzak dur, dost. Ve sakın kendi doğrularını putlaştırma. İnancın büyük olsun ama inancınla büyüklük taslama !

33. kural : Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken sen hiç ol! Menzilin yokluk olsun. İnsanın çömlekten farkı olmamalı. Nasıl ki çömleği tutan dışında ki biçim değil içinde ki boşluk ise, insanı ayakta tutan da benlik zannı değil hiçlik bilincidir.

34. kural : Hakk’a teslimiyet ne zayıflık ne edilgenlik demektir. Tam tersine, böylesi bir teslimiyet son derece güçlü olmayı gerektirir. Teslim olan insan çalkantılı ve girdaplı sularda debelenmeyi bırakır; emin bir beldede yaşar.

35. kural : Şu hayatta ancak tezatlarla ilerleyebiliriz. Mümin içindeki münkirle tanışmalı, Allah’a inanmayan kişi ise içinde ki inananla. İnsan-ı kamil mertebesine varana kadar gıdım gıdım ilerler kişi. Ve ancak tezatları kucaklayabildiği ölçüde olgunlaşır.

36. kural : Hileden,desiseden endişe etme. Eğer birileri sana tuzak kuruyor, sana zarar vermek istiyorsa, Allah da onlara tuzak kuruyordur. Çukur kazanlar o çukura kendileri düşer. Bu sistem karşılıklar esasına göre işler. Ne bir katre hayır karşılıksız kalır, ne bir katre şer. O’nun bilgisi dışında yaprak bile kıpırdamaz. Sen sadece buna inan !

37. kural :Allah kılı kırk yaracak titizlikle çalışan bir saat ustasıdır. O kadar dakiktir ki sayesinde her şey tam zamanında olur. Ne bir saniye erken, ne bir saniye geç. Her insan için bir aşık olma zamanı vardır; bir de ölmek zamanı.

38. kural : Yaşadığım hayatı değiştirmeye, kendimi dönüştürmeye hazır mıyım ? Diye sormak için hiçbir zaman geç değil. Kaç yaşında olursak olalım, başımızdan ne geçmiş olursa olsun, tamamen yenilenmek mümkün.
Tek bir gün bile öncekinin tıpatıp tekrarıysa,yazık !
Her an her nefeste yenilenmeli. Yepyeni bir yaşama doğmak için ölmeden önce ölmeli.

39. kural : Noktalar sürekli değişse de bütün aynıdır. Bu dünyadan giden her hırsız için bir hırsız daha doğar. Ölen her dürüst insanın yerini bir dürüst insan alır. Hem bütün hiçbir zaman bozulmaz. Her şey yerli yerinde kalır, merkezinde… Hem de bir günden bir güne hiçbir şey aynı olmaz.
Ölen her sufi için bir sufi daha doğar.

40. kural : Aşksız geçen bir ömür beyhude yaşanmıştır. Acaba ilahi aşk peşinde mi koşmalıyım, yoksa dünyevi, semavi ya da cismani diye sorma!Ayrımlar ayrımları doğurur. Aşk’ın hiçbir sıfat ve tamlamaya ihtiyacı yoktur.
Başlı başına bir dünyadır aşk. Ya tam ortasındasındır, merkezinde ya da dışındasındır, hasretinde...

28 Kasım 2009

Doğrudur

Dünyayı değiştiremeyeceğim doğrudur.

Aşkın bize uzak olduğu doğrudur.

Nasılsa öleceğimiz pek doğrudur.

Birbirimizi yanlış anladığımız doğrudur.

Pek çok şeyin istediğimiz gibi olmadığı doğrudur.

Halimiz vaktimiz yerindeyken mutsuz olduğumuz doğrudur.


Hayallerim var dostlar. Tutkularım…

Her gün biraz daha uzaklaşan…

Yaşamak istediğim hayatın hayallerimde olduğu doğrudur.

Ara sıra ölmek istediğimiz doğrudur.

Günahkâr olduğumuz doğrudur.

Bilmediğimiz ‘uzaklara’ çekip gitmek istediğimiz doğrudur.

Her gün haykırmak ve ağlamak istediğim doğrudur.

Pesimistliğimin idealizmden kaynaklandığı doğrudur.

Kalabalık yerde yalnız olduğumuz doğrudur.

Birbirimize çok uzak olduğumuz doğrudur.

Bizi soğuk ve çaresiz kıldıkları doğrudur.

Bunu yenmemiz mümkünse yenmek istediğimiz doğrudur.

Zaman, farklı düşünme zamanıdır.

Çürüyüp gitmeye gönlünüz razı oluyor mu dostlar!?

Ön yargıları yok etme zamanıdır!

Köşeye sıkıştığımız doğrudur.

Can havliyle herkesi şaşırtma zamanıdır…

Bunun için herkesi ikna edemeyeceğim doğrudur…

24 Kasım 2009

Türkiye'de Atom Bombası Var mı?!

"Türkiye’de, diğer bütün ülkeler gibi atom bombası yapmak istiyordu fakat yapamazdı."

"Tabi ki" dedim, "En temel malzeme olan zenginleştirilmiş uranyum ve plütonyum yok. Her ne kadar toryum ve uranyum yatakları olsa da bu pek işe yaramıyor çünkü hem bunlar çok az miktarda hem de zenginleştirmek için gerekli tesisler ya da atık malzemesini kullanabileceğiniz bir nükleer santral yok. Bildiğim kadarıyla Çekmece'deki nükleer santral sadece araştırma amaçlı ve çok küçük kapasiteli. TAEK de daha çok radyasyon güvenliği ile ilgili sanırım" diye ekledim. Daha on dakika önce tanıştığım adam memnuniyetle gülümsedi. Bu konuda bilgimin olması onu mutlu etmişe benziyordu.

Pazar günü Suna'dan izin alıp bisikletle dolaştıktan sonra her zaman uğradığım şirin kafenin bahçesine oturmuştum. Ateş alma bahanesiyle gelen ve ayak üstü bir sohbeti başlattıktan sonra yanıma oturan adam her haliyle gizemliydi. Davet etmeme rağmen, nazikçe "oturabilir miyim?" diye sorduktan sonra ben de mecburen, "tabi buyurun" dedim. O da bir sandalye çekip karşıma geçti. Sıkıntılı bir sohbet olursa, en kötü ihtimalle kalkar giderim diye geçirdim içimden.

Hiç de beklemediğim gibi hoşsohbet biri çıktı. "Ben Ahmet" demişti ama sormama rağmen mesleğini söylememişti. Sesi ve tavrı emir vermeye alışkın bir askerinkine benziyordu. Konutkent taraflarını çok sevdiğini ve buralara yeni taşındığını söylemekle yetindi. Bisiklet üzerine bir konu açıldı. Kendisi de binermiş fakat dizindeki sorundan sonra bırakmak zorunda kalmış. Çok sevdiğim bisikletim hakkında teknik detay sorular sormaya başlayınca tabi ki gönlümü fethetti. Genelde insanlar şöyle bir bakar ve "kaç lira" diye abuk bir soru sorarlar ama o "kaç vites?", "Takometresi var mı?" "Kendinden yağlı zincir mi?" falan gibi soruları peş peşe sordu. Vitesinin frenden değiştiği öğrenince hayran kaldı ve dönüp bisikletime tekrar baktı. Sonra "Başka hobiniz var mı?" diye sordu. Öyküler yazdığımı ve bunları İnternette kendi web sitemde yayımladığımı söyledim. Bu çok ilgisini çekmişti, www.eminari.com adresini özenle ufak bir not defterine yazdı. Daha sonra gülümseyerek bana baktı ve "Emin bey, ilginizi çekeceğini umduğum bir hikayem var. Dinlemek ister misiniz? Belki bunu da yazarsınız" dedi.

"Tabi, memnuniyetle" dedim ama nezaket icabı söylenmiş bir şeydi. İnsanların "beni de yaz" taleplerini bilirdim. Kendilerinin yaşadıkları ve çok ilginç buldukları ama çoğu sıradan ve bir o kadar da sıkıcı hikayelerden birini dinleyeceğimi düşündüm. "Umarım kırık bir aşk hikayesi değildir" diye geçirdim içimden.

Adam "Teşekkür ederim" dedikten sonra gelen garsonun, kül tablasını değiştirmesini önüne bakarak bekledi. Garson uzaklaşınca kafasını kaldırıp hızla konuşmaya başladı.

"Dünyada nükleer silaha sahip ülke sayısı az. Başta Amerika ve Rusya olmak üzere, Çin, Fransa, Hindistan, Pakistan, Güney Afrika ve İsrail'in atom ya da hidrojen bombası var." dedi. Cebinden çıkardığı teneke kutudan benim de çok sevdiğim ufak purolardan bir tane uzattıktan sonra kendi de aldı, kibritle yaktı ve kahvesini yudumladı.

"Bu ufak puroları çok severim" dedim. Gülümsedi ve devam etti.

"Ama bildiğiniz gibi Türkiye'nin eskiden bir nükleer silahı yoktu. Amerikalıların soğuk savaş sırasında Türkiye'ye yerleştirdikleri Atlas füzelerinde nükleer başlık vardı ama meşhur Küba krizinde Ruslarla yapılan pazarlıkta, Küba'dakilere karşılık bunların kaldırılmasını kabul ettiler. Daha sonra Sovyetler bu konuda çok hassas davrandı. Burunlarının dibinde, onları üç dakika içinde vurabilecek bir nükleer silah istemediler. Amerikalılar da zaten böyle bir şeye yeltenmediler ama yine de başta İncirlik olmak üzere birkaç üstte nükleer silah yüklü uçaklar her zaman oldu ama füze kalmadı.

Her neyse, bu bombalar Türkiye'de bulunsa bile kontrolü ve kırmızı düğmesi başka ülkenin elinde olan atom bombalarıydı. Yani pratikte Türkiye'ye ait değildiler."

"O zamanlar yoktu dediniz, şimdi var mı ki? Hiç olmadı ki... " dedim.

"Anlatacağım, biraz sabredin"

Adamın anlattıkları ilgimi çekmişti. Her zaman yanımda taşıdığım ufak gazeteci teybimi çıkarttım ve konuşmayı kayıt edip edemeyeceğimi sordum. Gayet rahat bir şekilde "Tabi ki, keyfinize bakın" dedi. Teybi masanın üstüne koyup kayıt düğmesine bastım. Adam işimi bitirmemi bekledi. Tekrar purodan bir nefes çekip konuşmasına devam etti.

"İsrail'in atom bombası yapmasından sonra başta Araplar olmak üzere tüm bölge ülkeleri tedirgin oldu. Türkiye de tabi. Orta doğunun yaramaz çocuğu yenilmezliği elde etmiş gibi görünüyordu. Köşeye sıkışırsa patlatırdı. İran ve Irak buna karşılık atom bombası çalışmalarına hız verdiler. Fakat Irak'ın bomba yapmak amacıyla kurduğu nükleer reaktörü İsrail vurdu. Özellikle Irak çok uğraştı ama bombayı yapmayı bir türlü beceremedi, sadece bilgisayarlar için 370 milyon dolar harcadılar. Büyük abi ve yaramaz çocuk buna hep engel oldular."

"Türkiye de, diğer bütün ülkeler gibi atom bombası yapmak istiyordu fakat yapamazdı."

"Tabi ki" dedim, "En temel malzeme olan zenginleştirilmiş uranyum ve plütonyum yok. Her ne kadar toryum ve uranyum yatakları olsa da bu pek işe yaramıyor çünkü hem bunlar çok az miktarda hem de zenginleştirmek için gerekli tesisler ya da atık malzemesini kullanabileceğiniz bir nükleer santral yok. Bildiğim kadarıyla Çekmece'deki nükleer santral sadece araştırma amaçlı ve çok küçük kapasiteli. TAEK'de daha çok radyasyon güvenliği ile ilgili sanırım" diye ekledim.

"Evet haklısınız. Uranyum bilyeler bulunca çocuklar gibi seviniyorlar. Neyse...

Özellikle askerler nükleer silah konusunda çok istekliydiler ama biliyorsunuz sadece istek yetmez. Daha sonra Akkuyu 'da yapılacak bir nükleer santral için ihale bile açıldı ama kapalı kapılar arkasında bu engellendi. Tabi işin arkasında sevgili dostlarımız vardı. Ben her zaman dostlarımdan çekinirim" dedi ve gülümsedi.

"Aslında teknik alt yapı olarak, Türkiye bir atom bombası yapabilecek kapasitede. Tek eksiği nükleer malzeme. Zaten bir atom bombası yapmak sanıldığı kadar çok zor değildir. bu konuda bilginiz var mı?" diye sordu.

Konunun nereye geleceğini çok merak ettiğim için kısaca cevap verdim.

"Hatırladığım kadarıyla, kritik kütle oluşturacak kadar zenginleştirilmiş nükleer malzemeyi iki yada daha fazla parçaya bölüyorsunuz. Daha sonra bunları TNT benzeri bir patlayıcı yardımıyla oluşan bir patlama ile hızla bir araya getirip, zincirleme reaksiyon oluşturuyorsunuz. Bir ara merak edip öğrenmiştim".

"Çok güzel, çok. Bilginizi takdir ettim. Evet basit olarak bir atom bombası böyle çalışır. Kritik kütleyi ikiye ayırırsanız. Tabi eğer Uranyum-235 kullanıyorsanız. Plütonyum 239 kullanıyorsanız 32 parçaya ayırmanız gerekli. Bir parçayı diğerinin üstüne kurşun gibi gönderilenlere -ki Hirosima'ya atılan "Şişman çocuk" bu tiptendi- "tabanca tipi" derler. Diğerlerinde ise kritik kütle bir merkezde birleşecek şekilde küresel olarak dağıtılır. Bunlar da implosion tipi. Bunun dışında patlamayı daha etkili hale getirmek için yapay nötron kaynağı, dış katmanı saracak Uranyum-238, ateşleme zamanını belirleyecek hassas tetikleme mekanizması ve daha güçlü olmasını sağlamak için bazı başka nükleer ve normal maddeye ihtiyaç vardır, örneğin berilyum gibi.

Bu işin teknik kısmı, şimdilik geçelim. Rusya'nın oluşturduğu nükleer tehdit, soğuk savaş sırasında Amerika'nın nükleer şemsiyesinin altında karşılanabiliyordu ama sürekli olarak bir başka ülkeye bağımlı kalıyordunuz. Bir de bunun üstüne ne zaman ne yapacağı belli olmayan İsrail 'in atom bombasına sahip olması Türkiye'yi epeyce tedirgin etmişti. Zaten çok sonra Sovyetlerin dağılması ile Amerikan şemsiyesi de kapandı. Bu durumda yağmur yağarsa ıslanırdınız. Askerlerin zorlamaları ile gizli bir araştırma başlatıldı. Başta Türkiye Atom Enerjisi Kurumu, Tubitak ve üniversiteler dahil olmak üzere pek çok kurumdan gelen uzmanlarla oluşturulan bir ekip bunu araştırdı."

TAEK yolumun üzerinde olduğu için hemen gülümsedim. Eskişehir yolu üzerindeki o binanın büyüklüğü zaten beni hep şüphelendirmiştir.

"Askerlerin, uzmanların önüne koydukları soru şuydu, "Eldeki olanaklarla bir atom bombası yapabilir miyiz?" Rusya ve İsrail ile bir nükleer denge oluşturabilmemiz için bir atom bombası olmalı diye düşünüyorlardı ki askeri açıdan haklıydılar. Bu bomba muhtemelen hiçbir zaman kullanılmayacaktı ama varlığı, başka ülkelerin Türkiye üzerinde bir bomba patlatmasına engel olacaktı. Bilirsiniz işte, basit bir denge hesabı yani, geceleri rahat uyumak için."

"Ekip çok gizli bir şekilde bunu araştırdı. Sonuç beklendiği gibi kocaman bir "HAYIR"dı. Diğer her şey yapılabilirdi ama nükleer malzeme şarttı ama bir nükleer santral kurulmadan ya da zenginleştirme tesisi olmadan bu imkansızdı. Eldeki uranyum yatakları da porselen yapımı dışında bir işe yaramıyordu. Askerler tabi ki yüzlerini buruşturdular ama olay "sivillerin beceriksizliği" ile açıklanabilecek bir şey değildi. Yapamıyorsanız, yapamazsınız. Aslında böyle bir komisyona bile gerek yoktu. Pirinciniz yoksa pilav yapabilir miyim? diye sormak saçmalık. "

"Askerlerin yüzlerini buruşturduklarını nereden biliyorsunuz?" diye sordum.

Gülümsedi ama sorumu cevaplamadı.

"Sonuçta rapor ve tabi ki atom bombası yapma isteği rafa kaldırıldı. MTA'daki bürokratların biraz kulağı çekildi ve uranyum yatakları bulmak için "daha çok çalışın beyler, memleketin toprağında bakılacak çok yer var" denildi. "

"Bu iyi bir şey. Nükleer silah çılgınlığına bizim de girmememiz iyi olmuş" dedim.

Garsona bir kahve daha söyleyen adam düşünceli bir şekilde yüzüme baktı.

"Evet teorik ve etik olarak haklısınız. Ben de sizin gibi düşünüyorum ama pratikte her şey farklı. Şu reel politik denen baş belası şey başınızda Demokles 'in kılıcı gibi sallanıyor. Bazı şeylere mecbursunuz. ****** insanoğlu işte..."

"Peki sonra ne oldu? Hikaye bu kadar mı?" dedim merakla. Bunlar açıkça yazılmasa bile bilinen şeylerdi.

"Hayır, asıl hikaye bundan sonra başlıyor." dedi ve gelen kahve için garsona teşekkür etti.

"İzninizle karımı arayıp gecikeceğimi söyleyeyim" dedim.

"Tabi, tabi. Anlaşılan siz de benim gibi günün moda deyimiyle light bir erkeksiniz" deyip gülümsedi.

Suna'yı arayıp gecikeceğimi söyledim. Beklediğim gibi fırçayı hemen attı tabi ki. "Çabuk gel, kocaman adamsın hala bisikletin tepesindesin. Perdeler asılacak ve hem akşama annemlere gideceğiz, kadın senin için zeytinyağlı dolma sarmış" dedi. "Tamam bi tanem, birazdan gelirim" deyip telefonu kapadım.

"Tam kılıbığım. Evet, sizi dinliyorum, lütfen devam edin, anlatacaklarınızı merak ettim"

"Kılıbık olmak iyidir, akıllı adam kılıbık olur. Nerde kalmıştık, ha! Evet. Rapor rafa kaldırıldıktan epey sonra, neredeyse dört yıl, ilginç bir gelişme oldu. Yıkılmaz sanılan Sovyetler İmparatorluğu yıkıldı. Ruslar tekrar direksiyona geçene kadar bir kaos dönemi yaşandı. Ekonomileri berbattı. Her şeylerini satmaya başlamışlardı. Rus pazarlarında eski madalyalarını satmaları gerçekten onur kırıcıydı ama açlık insana her şeyi yaptırıyor. Sadece madalya ve ucuz alet, edevat ile uyduruk Lenin rozetleri satsalar iyiydi. Ama daha aç gözlü ve cesur olanları piyasaya Mig uçakları bile sürmeye başlamışlardı, başta Ukraynalılar. Aslında Mig'ler Fantom'lardan daha iyi uçaklardır ya siz bakmayın, özellikle Mig 29'lar.

Rus abilerinin ve Ukraynalı kuzenlerinin her şeyleri sattıklarını ve hızlı bir şekilde kapitalizmi öğrendiklerini gören diğer eski ve ufak Sovyetler birliği ülkeleri de bu piyasaya girdiler. O anda üstlerinde bir kontrol yoktu. Moskova'daki büyük abi artık patron değildi. Alıcılar ellerinde yeşil dolarları sallayarak hazır bekliyorlardı. Yeniden Tanrıya inanmaya başlamışlardı ama dolarların üstündeki George Washington'un daha güçlü olduğunu fark etmişlerdi.

İşin ilginç tarafı, silah piyasasına giren bu acemi tüccarları Ruslar 'dan çok Amerikalılar takip ediyordu. Uyduruk muz cumhuriyetlerine satılan Mig'ler Amerikalıların umurunda değildi. Onlar en büyük kabuslarının gerçekleşmesinden ölesiye korkuyorlardı."

"Nükleer silahlar mı?"

Sigarasını kül tablasında söndürdü ve dumanını üfledikten sonra sözüne devam etti.

"Evet, nükleer silahlar, özellikle ufak çaplı taktik atom bombaları. Bir yolcu valizine girebilecek kadar küçük atom bombaları. Bu kadar küçük olmalarına rağmen patlatıldıklarında New York şehrini artık sadece filmlerde yada kartpostallarda görebilirsiniz. Sadece nükleer silahlar değil, nükleer silah yapmaya yarayacak her şeyin, zenginleştirilmiş uranyum, nükleer reaktör atığı plütonyum, teknik bilgi, diğer malzemenin vs. çılgın ellere geçmesinden korkuyorlardı. Çünkü bu imkana sahip olunca gözünü kırpmadan New York 'da ya da başka bir Amerikan şehrinde gözünü kırpmadan ortalığı çok fazla aydınlatabilecek binlerce insan sayabilirim. Biliyorsunuz en son uçağı binaya çaktılar. İmkan olsa bomba da patlatırlar.

Bu yüzden Amerikalılar işi sıkı tuttu. CIA, muhtemel satıcıları buldu ve bunların kulağını iyice büktü. "Uçak, top ya da tank satın ama iş nükleer silahlara gelince orada durun yoksa..." dedi.

"Yoksa ben sizi durdururum" diye sözünü tamamladım.

"Evet, özellikle teröristlerle iş yapmayı seven satıcıları yakın takibe aldılar. Neredeyse aldıkları nefesleri bile takip ediyorlardı. Sızıntı olmasını istemiyorlardı. Hatta Kazaklardan 1994 yılında 50 kilo plütonyum oksit satın aldılar. Hiç ihtiyaçları yoktu, sadece başka ellere geçmesin diye yaptılar bunu. Yoksa ellerinde dünyayı iki, üç kez yok edecek kadar nükleer silah var.

Piyasanın epey bir hareketli olduğu o günlerde Bakü 'deki Hagani Kucesi No:27'de bulunan Türk büyükelçiliğine bir telefon geldi. Bakü berbat petrol kokar. İzmir körfezinin pis olduğu zamanları hatırlatır.

Arayan yetkili bir kişi ile görüşmek istediklerini söyleyip duruyormuş. Türk elçilik görevlileri doğal olarak kiminle ve ne hakkında? görüşmek istediklerini sormuşlar. Adam da hiç cevap vermeden telefonu kapatmış.

Üstünde durulmaya değmez bir olay. Elçilikte tabi ki dikkate almamış. Ama aynı adamlar bir ay sonra bu sefer telefonla arayıp bir MİT görevlisi veya "Esker" ile görüşmek istediklerini söylemişler ve bir randevu istemişler.

MİT görevlileri hemen her elçilikte vardır ama asla kendilerini MİT görevlisi olarak tanıtmazlar. Bütün dünyada böyledir bu. Ticari ya da Kültür ateşe yardımcısı gibi saklı bir unvanla bulunurlar. Bu da nadir bir durumdur.

Adamlarla konuşan görevli Elçilikte bir MİT görevlisi olmadığını ama isterlerse bir başka görevli ile konuşabileceklerini söylemiş. Bu normal prosedürdür. Hiçbir zaman görevlilerin deşifre olması istenmez. Aslında tüm ülkeler kendi ülkelerinde bulunan elçiliklerde görevli olan ajanları bilirler de, bilmezden gelirler. Eğer fazla gürültü ve toz çıkarırlarsa "persona non grata" ilan edip, sınır dışı ederler. Bir tür centilmenlik anlaşması diyelim. Zaten bunlar saha ajanı olmazlar.

Karşıdaki adam, bu sefer ısrarla Azeri Türkçe'siyle "bir Esker" ile görüşmek istediklerini söylemiş. Görevli tabi yine "Ne hakkında?" diye sormuş. Adam telefonda söyleyemeyeceğini demiş. Sıkılan görevli en sonunda Elçiliğin halkla ilişkiler uzmanına bağlamış.

Halkla ilişkiler uzmanı yeni mezun bir mülkiyeliydi. Gençten bir çocuk. Telefonun diğer ucundaki Azeri ile konuşmuş. Adam elinde Türkiye hükümetinin ilgisini çekebilecek bir mal olduğunu, bir yetkiliyle görüşmek istediğini söylemiş. Mümkünse "Esker" olmasını istiyormuş. Adamın asker yetkili takıntısını tabi ki bizim çaylak çözememiş. Malın ne olduğunu sormuş? İsterlerse ticari ateşe ile görüştürebileceğini söylemiş. Karşı tarafta kızıp kapamış.

O akşam elçilikteki rakı sofrasında gençten halkla ilişkiler uzmanı laf olsun diye Askeri ataşeye, bir kurmay albay ve şu anda tümgenerallik bekliyor, arayan Azeri' yi anlatıyor. Aslında olaydan çok Azeri'nin "Esker" demesi ile dalga geçmek istiyormuş. Niye dalga geçerler anlamıyorum, aslında onların konuştukları gerçek öz Türkçe.

Asker ateşe durumdan şüphelenmiş. Türkiye'den fındık, fıstık ve bisküvi almak isteyen ya da peynir satmak isteyen biri niye ısrarla bir askerle görüşmek istesin ki? Ve neden "malın ne olduğunu?" söylemiyor?" daha da önemlisi neden elçiliğe gelmiyor?

Sistematik çalışmaya alışkın olan askeri ataşe, genç halkla ilişkiler uzmanına ve elçiliğin santraline, adamlar bir daha ararlarsa kendine bağlamalarını sıkı, sıkı tembihlemiş.

Adam ertesi gün tekrar arıyor. Dediğine göre bu son arayışıymış. Santral sesi tanıyor ve askeri ataşeye bağlıyor. Sonunda vuslata eriyorlar yani. Askeri ateşe kendini tanıtıyor. Adını ve rütbesini söylüyor. Karşı taraftaki Azeri, elinde Türk hükümetini ilgilendirecek bir şey olduğunu (bu sefer mal demiyor) ama bunu telefonda söyleyemeyeceğini belirtiyor. Ataşe bu sefer temiz bir telefon numarası veriyor. Kendisini buradan aramasını istiyor.

Azeri yarım saat sonra cep telefonu ile bu numarayı arıyor. Bir randevu için yer ve saat veriyor. Bakü 'deki eski bir Rus barını söylüyor. Askeri ateşe ısrarla Türk hükümetinin ilgileneceği şeyin ne olduğunu sormasına rağmen karşı taraf cevap vermiyor.

Ertesi gün askeri ateşe yanına dadı almadan. Bu gibi durumlarda uzaktan koruma yapana dadı denir. Bir güvenlik tedbiri olarak ama albay almamış.

Neyse. Bir Azeri ve bir Kazak askeri ataşenin masasına oturuyorlar. Ataşenin ısmarladığı votkalardan, sonra konuşmaya başlamışlar. Azeriler Ruslardan daha çok içerler, Ruslar ise herkesten çok.

Üç duble votkadan sonra adamlardan biri ellerinde 26 kg, birinci kalite, nükleer reaktör atığı işlenmiş plütonyum oksit olduğunu söylemişler. Bunu satmak istediklerini ve alıcı aradıklarını eklemişler.

Askeri ateşe şok olmuş tabi ki. Çeçenlerle ya da Rusların son numaralarıyla ilgili bir bilgi beklerken, birden beş tane atom bombasına yetecek kadar plütonyumu eski bir Lada arabasından bahseder gibi satmak isteyen iki çılgın adamla karşılaşmış. İnanmamış tabi ki. Sorular sormuş.

Bu plütonyum nereden geliyor? Yakın bir yerlerden.
Kaç para istiyorsunuz? 15 milyon dolar.
Elinizde plütonyum bulunduğunu ispat edebilir misiniz? Evet.

Askeri ataşenin önüne berbat bir ışıkta çekilmiş ama ne olduğu açıkça anlaşılan fotoğraflar koymuşlar. Sağda solda kiril alfabesiyle yazılmış "dikkat" cümlelerinin ve radyasyon tehlikesini gösteren üç yapraklı yonca işaretlerinin görüldüğü fabrika fotoğrafları. En son fotoğraf ise en ilginciymiş. Kurşun blokların olduğu bir resim. Nükleer sızıntı olmasın ve radyasyon yayılmasın diye nükleer malzeme kalın kurşun blokların içine konur. Hepsinin üstünde Pu 239 yazıyormuş.

Ateşe fotoğrafları alıp alamayacağını sormuş. Kazak olan, Rusça bir şey söylemiş. Azeri'de "Hayır" demiş, kesin bir dille.

Fotoğraflardan epey etkilenen kurmay albay, epey bir soru sormuş. "Diyelim ki bu mala talip çıktık, nasıl alacağız? Mal ve para teslimatı nasıl olacak?

Adamlar malı Gürbulak sınır kapısının Türk tarafında teslim edebileceklerini ama sadece para değil aynı zamanda Türk vatandaşlığı ve koruma da talep ettiklerini söylemişler. Altı kişi için Türk vatandaşlığı!

Aslında istedikleri para, malın kıymetinin onda biri bile etmez. Kelepirden daha ucuz yani. Diğer istekleri de çok kolaylıkla karşılanabilir. Zaten, değil Türk vatandaşlığı, İstanbul'un altın anahtarlarını isteseler bile verebilirdik, hem de yedekleri dahil olmak üzere."

Adam kendi yaptığı espriye gülümsedi. "bir şey içer misiniz Emin bey" dedi. Şaşkınlıkla, "evet bir çay fena olmaz" dedim. Garsona işaret edip iki çay söyledi. Çaylar gelinceye kadar sustu. Sese duyarlı ufak teybim de durdu. Tekrar söze başlamasını bekliyordum. Çaylar gelince, kaşık sesi ile birlikte teyp tekrar çalışmaya başladı.

Albay doğal olarak malın kaynağını sormuş. Onlar bunu açıklayamamaklarını söylemişler. Yani üzümümü ye bağını sorma hesabı. Benim tahminime göre, Kazak hükümeti plütonyumdan kurtulmak ve biraz da para kazanmak için böyle bir şey tezgahladı. Plütonyumun depolanması ve korunması zor iştir. Ele yapışan sümüğe benzer, bir türlü kurtulamazsınız.

Böyle bir tezgah yaptılar çünkü işler sarpa sararsa ve olay Amerika'lılar veya Moskova'daki abileri tarafından duyulursa başları kötü halde derde girerdi. Ama olayı yolsuzluk yapmaya kalkışan fabrika çalışanlarının marifeti diye bir açıklama ile işin içinden sıyrılabilirlerdi. Çeçenler hariç oralarda hepsi Ruslardan çekinir.

Yoksa nükleer reaktörde çalışanların değil 26 kg plütonyumu, bir vida bile alıp götürmeleri imkansız. Markette cebininize bir çikolata atmaya benzemez bu iş.

Bu tabi benim teorim. Bir başka kuvvetli teoriye göre işin arkasında Ruslar vardı.

"Ruslar mı? Bu saçma değil mi?"

"Hayır hiç de saçma değil. Ortadoğu'daki Amerikan-İsrail ittifakının elindeki nükleer gücü dengeleyebilecek bir güç yaratmak istemiş olabilirler. Tabi bunu yaparak Türkiye'yi güçlendiriyorlardı ama kendi nükleer kapasiteleri o kadar büyük ki, Türkiye onlar için hiçbir zaman bir tehdit oluşturamazdı fakat bu durumda İsrail daha temkinli davranmak zorunda kalacaktı."

"İsrail ile dost olduğumuzu sanıyordum" dedim alaycı bir ifadeyle.

"Görünürde öyle. İsrail tanklarla Filistin'i işgal ettiklerinde neşeli askerler ne diyorlardı biliyor musunuz?"

"Ne diye?"

"Ankara'ya, Ankara'ya diye bağırıyorlardı. İsrail'e asla güvenilmez. Zamanında kendi peygamberleri Musa'yı bir altın öküze satmışlardı, ki Musa Tur dağına Yehova ile konuşmaya gitmişti, dünya turuna çıkmamıştı. Güvenilmezler anlayacağınız."

"Anladım..."

"Sonuçta üzüm elimizde olduğu sürece, bağın menşei bizi çok ilgilendirmiyordu. Yeter ki bir katakulli olmasın.

Albay alabileceği kadar çok bilgiyi adamlar aldıktan sonra onlardan süre istemiş. "Ankara ile görüşmem lazım" diyor. Cebinden 15 milyon dolar çıkartıp, kurşun blokları da bir TIR'ın dorsesine atıp Türkiye'ye getiremez ya.

Adam "Tamam" diyorlar"

"Peki neden malı Türklere satmak istiyorlardı?"

"Amerika'nın baskısı yüzünden piyasada doğru dürüst alıcı kalmamıştı. Fiyat da bu yüzden düşük olabilir. Yoksa büyük Türk kardeşliği falan hikaye. Eskinin komünistleri bir gecede akıllı kapitalistler olmuştu."

Askeri ataşe, elçi dahil olmak üzere oradaki tüm sivil görevlileri by-pass edip, özel askeri kozmik kripto ile ulaşabileceği en üst rütbeye olan biteni anlatan bir rapor gönderiyor. Bunu hem sızıntı olmasını istemediği, hem de sivillere pek güvenemediği için yapıyor. Bilirsiniz dünyadaki tüm askerler sivillere karşı mesafelidir. Elçiliktekilere de Çeçenlerle ilgili uyduruk bir haber diyor.

Askeri ataşe, çift kitap metoduyla raporunu şifreleyip Ankara'ya gönderiyor. Çok basit bir şifreleme metodudur. Rasgele sayılardan oluşma birbirinin aynısı iki kitap vardır. Bu sayılara göre mesajı şifrelersiniz. Şifreyi çözebilmeniz için birinci kitabın aynısı olan ikinci kitabın elinizde olması gerekir. Oldukça basit olmasına rağmen en güçlü bilgisayar bile çözemez.

Kriptolu mesaj doğrudan Genel Kurmay ikinci başkanına gönderilmişti. Askerler arasında hiç olmayan bir şey. Yani üstünüzü aşıp, doğrudan onun üstüne erişmek. Şu meşhur emir komuta zincirini es geçmek yani. Ama durumun aşırı derecede özel olması albayı haklı çıkartıyor.

Bu kozmik şifreyi, bizzat Genel Kurmay ikinci başkanı yardımcısı ile birlikte çözüyor. Okuyunca tabi çok şaşırıyor. Bakü'ye "ikinci bir emre kadar beklemede kalın ve hiçbir şey yapmayın, kimseye bir şey söylemeyin" diye kriptolu cevap mesajı çekip soluğu Genel Kurmay başkanının yanında alıyor. O da şaşırıyor ama hemen kuvvet komutanlarını toplayıp dört saat süren bir toplantı yapıyorlar. Askerlerin zaten böyle bir isteği olduğu için sonuçta mala talip oluyorlar ve hemen sivillerden, cumhurbaşkanı, başbakan ve genelkurmay başkanının olduğu bir toplantı talep ediyorlar. Acil olarak.

Yunanlılar Ege'de mızmızlanmadığı ve PKK hezimete uğratıldığı için bu ani ve acil toplantıya Cumhurbaşkanı ve tabi ki başbakan bir anlam veremiyorlar ama askerlerin isteğini de geri çevirmiyorlar. Mesajın geldiği günün ertesinde Çankaya Köşkünde bir toplantı yapılıyor. Genelkurmay başkanı lafı uzatmadan Bakü 'den gelen teklifi anlatıyor. Daha sonra neden bir atom bombasına sahip olmamız gerektiği konusunda kısa bir brifing veriyor. Önceden hazırlanmış komisyon raporunu ve ordunun bu konu hakkındaki görüşünü belirtir Milli Siyaset belgesini gösteriyor. Kırmızı kitapçık diye geçer. Sonuçta, bu teklif eğer ciddiyse değerlendirelim diye sözü bağlıyor.

Cumhurbaşkanı ve başbakan uzun süre ellerindeki raporlara bakıyorlar.

"O sırada kim cumhurbaşkanı ve başbakandı?" diye merakla sordum.

"Tarihleri uç uca getirirseniz bulursunuz. Uzun tartışmalar ve Cumhurbaşkanlığının kristal bardaklarında içilen bir sürü demli çayın içildiği toplantılardan sonra askerlerin isteğini kabul ediliyor. Yani siviller yeşil ışık yakıyor. Şartlar ve detaylar belirleniyor. Türk hükümeti ile dolaylı veya dolaysız bağlantısı olmadığı söylenecek. Avans verilmeyecek. Mümkünse pazarlık yapılacak. İş ortaya çıkarsa ve suçlama gelirse kesin bir dille yalanlanacak, para hiçbir şekilde riske atılmayacak vs. vs.

Başbakan olaya MİT'in dahil edilmesini de istiyor ama Genelkurmay başkanı kesin bir dille bunu şu aşamada istemediklerini söylüyor."

"Neden?"

"Nedenini tam olarak bilmiyorum. Zaten ordu, ordu malı subaylar dışında kimseye güvenmez, özellikle sivillere. Bu iç politika, geçelim.

Malın alımı ile ilgili diğer detaylar da belirleniyor. Bir alışveriş listesi çıkartılıyor. Mal Gürbulak sınır kapısından giriş yaptıktan sonra kalitesini ölçmek için uzmanların bulunması, gelen malın güvenli ve fark edilmeyecek bir yerde saklanması ve ödeme için paranın bulunması.

Adamlara malı alacağız demesi kolay ama 15 milyon doları nereden bulacaklardı? Herhangi bir ek bütçe ya da buna benzer bir şey için zaman yoktu. Bu iş alabildiğince hızlı bitirilmeliydi."

"Peki nereden buldular parayı?"

"Sizce?"

"Örtülü ödenek sanırım"

"Bingo! Evet başbakanın emrinde bulunan örtülü ödenek bu iş için uygundu. Aslında bu Başbakan için büyük bir riskti ama bunu göze alıp örtülü ödenekten ödemeyi kabul etti. Zaten ileride bu örtülü ödenek meselesi başını epey ağrıttı. "Konuşursam yer yerinden oynar" dedi ki haklıydı da. Skandala sebep olan miktar aslında çekilenin çok altındaydı. Daha sonra gazetecilere fazla kurcalamayın denilip olay sümen altı edildi."
"Demek şu meşhur örtülü ödenek skandalı bu yüzdenmiş" dedim şaşırarak.

"Evet. Bu bir detay. Ankara'daki çok küçük bir ekip harıl, harıl çalışırken Bakü 'deki elçilikte albay huzursuz bir şekilde hem Ankara'dan hem de adamlardan bir haber gelmesini bekliyor.

Sonunda Ankara cevap veriyor. Malı almaya talibiz, yalnız teslimat ve para transferi aşağıda belirtilen şartlarda olursa;

- Gürbulak sınır kapısının Türk tarafına kadar malın nakliyesi ile ilgili tüm sorumluluk ve detaylar karşı tarafa aittir. Olur da arada yakalanırlarsa Türk hükümeti bağlantıyı inkar edecektir. Mal İran üzerinden gelecek.
- mal teslim edildikten ve malın kalitesi tarafımızca onaylandıktan sonra ödeme yapılacak. Kesinlikle avans yok, 1 dolar bile.
- Para transferi, denizaşırı bir bankada açılmış bir hesaba yapılacak. Mal teslim edilip, kalitesi ve miktarı onaylanana kadar bloke edilecek.
- Türk vatandaşlığı işlemleri yukarıdaki işler bittikten sonra yapılacak. Belirlenen sayıdan fazla kişiye vatandaşlık verilmeyecek. vs.


Albaya kripto ile bekle deniliyor. Aynı gün Genelkurmay'daki bir tümgeneral askeri uçakla Bakü'ye uçuyor. Tümgeneralin gönderilme amacı olarak, Azerbeycan Genelkurmay başkanını Türkiye'ye bizzat davet etmek olarak belirtiliyor ama aslında albay ile birlikte çalışmak için gidiyor. Zaten daha sonra projenin başına da bu tümgeneral getiriliyor.

"Bir şeyi merak ettim. bu tümgeneral ufak puroları içmeyi seviyor mu?"

Gülümsedi ve sorumu duymazlıktan geldi.

"Gönderilen tümgeneral, oradaki albayla birlikte resmi görevini getirirken, diğer taraftan da gayri resmi esas işini takip etti. Adamlarla tekrar buluşuldu. Beklenilenin aksine konulan şartlara bir itiraz gelmedi. Her şey inanılmaz derecede kolay ilerliyordu. Hatta adamlar bir güzellik yapıp malı göstermeye bile razı olmuşlardı.

"Plütonyum?"

"Plütonyum oksit. Buluşmanın ertesi günü tümgeneral ve albay önlerindeki külüstür bir Lada ile Bakü'nün dışındaki bir ardiyeye gidiyorlar. Malı görüyorlar. Adamlar Geiger cihazı ile bir ufak gösteri bile yapıyorlar. Kurşun bloklara yaklaştırılan alet, Kars'ın soğuğunda nöbet tutan asker misali tıkırdamaya başlıyor.

Geri kalan detaylar da hallediliyor. Adamlara hemen o gün belirtilen bir off shore bankada bir hesap açılıyor. Cayman adalarında tek şubelik bir banka. Genellikle bu gibi işler için kullanılan bir banka, rezil ama kesinlikle güvenilir. Tabi hesabı da İstanbul'daki bir ithalat-ihracat şirketi açıyor. Resmi hiçbir bağlantı olmaması için.

Albay ve tümgeneral merkeze "tamam" dedikten sonra ertesi gün para bankaya transfer ediliyor. Adamlara da, "biz hazırız malı getirin deniliyor."

Tümgeneral hemen Türkiye'ye geri dönüyor. Aslına bakarsanız malın Türkiye'ye gelmesini düşük ihtimal olarak görünüyordu. Para riske atılmadığı için şansımızı deneyelim denildi. İşlerin bu kadar kolay olması herkesi şüpheye düşürmüştü ama kaybedilecek bir şey olmadığı için denemek istediler.

Fakat daha sonra adamlardan ses seda çıkmadı. Yaklaşık iki hafta beklendikten sonra Ankara'dakiler homurdanmaya başladı. Paranın geri getirilmesini isteyen bile çıktı.

Tam herkes bunun berbat bir oyun olduğunu düşünürken Bakü'deki Albayı adamlar arıyorlar. Tabi albay merakla biraz da kızgınlıkla soruyor, "Ne oldu? Ne bitti" diye.

Azeri olanı gayet sakin bir şekilde malın Gürbulak sınır kapısının Türk tarafında olduğunu, kendilerinin de orada beklediklerini söylüyor.

İşin garipliğine bakar mısınız? Aslında düşününce akıllıca bir taktik. Onlarda doğal olarak bize güvenmiyorlar tabi ki. Malın çıkış tarihini söylemiyorlar, olur da Türk tarafında bir sızıntı varsa diye. Hem bizim hem de İran gümrüğü uyumuş tabi. Adamlar ellerini kollarını sallayarak plütonyumu sokuyorlar kimsenin haberi olmuyor.

Hem albay hem de tümgeneral hemen Gürbulak sınır kapısına gidiyorlar. Tabi evraklarında peynir taşıdığı yazılı Tır hemen askeri bir yere götürülüyor. Ankara'dan emir gönderiliyor, Tır'ı herkesten uzakta, güvenli bir yerde tutun ve dorsesini sakın açmayın. Tümgeneralin yanında bir kimya mühendisi, bir nükleer fizik uzmanı ve bolca alet edevat var. Önceden hazırlanmış şeyler işte.

Acelelerinin iki sebebi vardı. Birincisi malı bir an önce teslim almak istiyorlardı. Ayrıca plütonyum 239 gibi bir baş belasının bir faciaya yol açmasından korkuyorlardı.

Neyse, hem adamlar hem de kurşun bloklarla dolu olan TIR güvenli bir yere götürülüyor."

"Nereye?"

"Belki inanmayacaksınız ama önceden planlandığı gibi Ayaş tüneline, tali bir tünel vardı, su basması için yapılmış."

"Ayaş tüneli mi? Peki neden?"

"İki nedenden. Birincisi Türkiye'nin bu çapta bir nükleer malzemesi olmadığı için radyasyon güvenliği ile ilgili çok tecrübesi yoktu. Bir sorun olması durumunda tünelin iki tarafı kapatılıp sızıntı kolaylıkla engellenebilirdi. Ayrıca tünelin içindeki bir radyoaktif madde kesinlikle yukarıdan fark edilmez." dedi ve parmağıyla gökyüzünü gösterdi.

"Anlıyorum. Merak ettim, Ayaş tünelinin gecikmesi ile bunun bağlantısı var mı?"

"Kısmen plütonyum yüzünden ama sadece altı aylık bir süre için, daha sonra güvenli bir yere nakledildiler. Malın kalitesi ölçüldükten sonra paranın blokajı kaldırıldı, adamlara da biner dolar verildi, gidip parayı alsınlar diye."

"Peki Türk vatandaşlığı?"

"İstemediler, bir uçakla Almanya'ya gittiler. Ertesi günde parayı başka bir bankaya transfer ettirmişler. Bir daha da haber alamadık. Bu da benim Kazak hükümeti teorimi destekliyor."

"Çok ilginç. Artık pirinç vardı, peki pilav nasıl yapıldı?"

"Epey zor oldu. Elinizdeki malzeme plütonyum olunca bomba yapmak uranyum 235'e göre çok daha zor. Çok daha hassas bir mekanizma ve karmaşık bir teknoloji gerekiyor.

Bomba yapımı için Amerikalıların II.Dünya savaşında kullandıkları Los Alamos modeli uygulandı. Yani gözlerden uzak bir yerde, tecrit edilmiş uzmanlar ve bilim adamları bombayı yapacaktı. Tabi daha önce yaklaşık iki yıl boyunca araştırma yapıldı, bilgi toplandı. Know-how elde etmek için.

İşin başına daha önce bahsettiğim Tümgeneral getirildi. Doğrudan Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay başkanına bağlıydı. Kendisine geniş yetkiler verildi, Halep valisi gibi bir şey oldu. Her tür sivil ve askeri tesisten yararlanabilirdi. Gizlilik esastı, "karın bile bir şey bilmeyecek, biri bilgi sızdırırsa çek alnından vur" denildi ki yapardı.

Sonra uzmanlar bulundu. Üniversitelerden, Tubitak'dan, TAEK'den vs. 63 kişilik bir ekip. Nükleer fizikçiler, kimyagerler, mühendisler vs. Hepsi de Türkiye'nin en iyileriydi. Tabi gönüllü çalışma esasına göreydi. Teklifi reddedenlere bir şey denilmedi. Ekip oluşturulunca herkes araştırmaya başladı. Bilgi ve teknoloji toplandı.

Teknoloji konusunda en büyük yardımı Pakistanlılar yaptı. On tane akademisyen ve mühendis eğitim görmek üzere Karaçi'ye gönderildi. Pakilerin çok sevdiği ve Marmaris'te resim yapan bir emeklinin bağlantıları da etkili oldu. Bu karşılıksız bir yardım değildi tabi ki. Pakilere, F-16 teknolojisinden biraz koklatıldı. Bir de yaklaşık 30 tane Pakistanlının savaş pilotu olarak Türkiye'de eğitilmesi de vardı. Bir F-16 pilotunun eğitim maliyetinin neredeyse bir milyon doları bulduğu düşünülürse fena rakam değil. Bu arada, Pakistanlılara asla Paki demeyin, çok kızarlar.

Tabi Pakistanlı biraderlerimize elimizde plütonyum var, bundan bomba yapacağız demedik. Zaten eğitim görmek ve bilgi edinmek için gönderilen sivil ve askeri personelde bunu bilmiyordu. Sadece bu teknoloji elimizde bulunsun, belki lazım olur denildi. Pakistanlılar tabi ki buna inanmadılar ama ses de çıkarmadılar. Gönderilenler bir yıl boyunca eğitim aldılar, bilgi topladılar. Sonuçta, atom bombası yapmaya yarayacak tüm bilgi ve Pakistan'da yedikleri baharatlı yemeklerden dolayı oluşan gastrit ile Türkiye'ye döndüler. Garam masala diye bir sosları var, tavukla muhakkak deneyin.

Daha sonra yapım aşamasına geçildi. Yapım aşaması ayrı bir kitap konusu olur, bir gün onu da anlatırım. Dediğim gibi Los Alamos modeli uygulandı. Bir askeri kışla araştırma merkezine çevrildi. İsteyen sivil uzman eşini ve çocuklarını da getirebilirdi ama çıkış yoktu. Çocuklar için bir kreş ve okul bile yapıldı. Anlayacağınız ikinci bir askerlik yaptılar.

"Sabah içtiması var mıydı peki?"

Gülümsedi.

"Yoktu ama dışarı gönderilen tüm mektuplar okunuyordu, telefonlar dinleniyordu. Cep telefonları tamamen yasaktı. Komutandan izin almadan kimse dışarı çıkamıyordu. Fakat sinemadan tutun da, yüzme havuzuna kadar her şey vardı. Vizyondaki filmler iki ay sonra geliyordu ama olsun.

"Neredeydi bu kamp?"

"Daha sonra nükleer malzemenin geleceği düşünülerek oldukça ıssız bir yerde"

Araştırmalar başlatıldı. Daha önceden yapılan bir alış veriş listesine uygun olarak ekipman alındı. Yaklaşık 800 milyon dolarlık bir fon ayrıldı, tank modernizasyonu adı altında. Tasarım ve simülasyon için büyük bilgisayar sistemleri, Plütonyumun işlenmesi için CNC makine tezgahları, 35 patlama lensi için Triaminotrinitrobenzene, ve dış manto için uranyum 238, berilyum, radyoaktif güvenlik malzemeleri, orta çaplı bir laboratuar kuracak kadar kimyasal madde ve analiz cihazı vs. Toplam 2436 kalem.

"Uranyum 238 mi? bulmak zor değil mi?"

"Yok, U-238 fissile değil, yani bulmak kolay. Çekmece için diye Güney Afrika'lılardan alındı, 160 kilo falandı"


Kamptakiler ne yaptıklarını bilenlerdi tabi bir de ne yaptığını bilmeyenler vardı. Bombanın bazı parçaları dışarıda yaptırıldı.

"Hangi parçalar?"

"Bombada kullanılan bazı parçalar. Örneğin dış nötron kaynağını Vestel yaptı. External Neutron Source denilen yüksek voltajlı bir vakum tüpü ama ufak, elimin yarısı kadar bir şey. Patlama öncesinde yapay olarak nötron üretiyor. Yapı ve çalışma sistemi olarak televizyon tüpüne benzer ama elektron değil nötron üretir. Bir çok elektronik aksam da Aselsan'a yaptırıldı, hassas ateşleme mekanizması, kilitleme mekanizması, altimetreye bağlı patlama sistemi vs."

"Peki bu tehlikeli değil miydi?"

"Hayır, onlara sadece şöyle bir alet istiyoruz, bu spesifikasyonları, bu da teknik resmi hadi kolay gelsin denildi. Nerede kullanılacağı söylenmedi. Yüksek kalitedeki özel çelikten imal edilen dış gövdeyi Şeker Fabrikasındakiler tank parçası sanıyorlardı.

Tabi en zoru plütonyumun oksidin galyum ingotlara dökümüydü. Bu uzak bir yerde kurulan özel bir dökümhanede yapıldı, 85 mm çapında metal plütonyum küre parçaları.

Daha fazla detay vermeyeyim. İşin içindekileri deşifre etmiş olurum. Hoş hepsi de bir kişisel gizlilik anlaşması imzaladı ama ne olur ne olmaz. Fakat hepsi de yurtsever ve çalışkan insanlardı, hiçbir sorun çıkarmadılar, neredeyse iki yıllarını verdiler. Hatta aralarında sizin hocalarınızdan biri de vardı aralarında. Milliyetçilik maçlardan sonra Türk bayrağı sallamak değildir Emin bey, ülke için bir şey yapmaktır."

"ODTÜ makineden mi?"

"Evet"

"iyi ama oradan mezun olduğumu nereden biliyorsunuz?"

Sorumu yine duymazlıktan geldi.

"Ben ODTÜ'lülerle çalışmayı tercih ederim. Boğaziçililer de iyidir ama fazla snop ve ukaladırlar. Hoş ODTÜ'lüler de ukaladır ama onlara tahammül edebiliyorum. O bahsettiğim hoca bir tuhaftı, Boğaziçi köprüsünden geçmezdi. Dediğine göre teller yukarıdan çapraz geldiği için hem dikey hem de yatay kuvvetlere maruz kalıyormuş ve güvenli değilmiş. İstanbul'a beraber gittiğimizde mümkün değil o köprüden geçmedi. Fatih köprüsünü kullandık."

Hocayı hatırlamaya çalıştım ama bulamadım. Hoş bizim bölümde öğrenci ve öğretim görevlisi herkes biraz tuhaftır ya neyse. Dağılan dikkatimi tekrar topladım ve adama baktım.


"Uzun uykusuz geceler, bol çalışma ve cumartesi günleri yapılan maçlardan sonra beş tane atom bombası yapıldı. Her biri 30 kilotonluk bombalar. Bunlara tarihimizdeki büyük zaferlerden esinlenerek isimler verildi; Sakarya, Gelibolu, Kocatepe, Malazgirt ve Dumlupınar. İkisi Ankara'da, biri İzmir'de biri de Diyarbakır'da"

"Dört tane saydınız ama bomba sayısı beş. Eksik olan nerede?"

"Çok dikkatlisiniz. Evet haklısınız başlangıçta beş bomba vardı, şimdi dört tane"

"Birine ne oldu?"

"Ne olabilir, patlatıldı tabi ki, yer altında."


"Ciddi olamazsınız? Neden patlattınız ve nasıl gizleyebildiniz?"

"Neden olacak? Tabi ki çalışıp çalışmadığını görmemiz lazımdı."

"Peki nerede ve ne zaman patlatıldı?"

"Yerini ve zamanını söyleyemem. Artık kullanılmayan bir maden ocağında. Ama biraz araştırırsanız, geçmişte deprem olasılığı çok az olan, en yakın faya ve tabi ki yerleşim birimine 100 km uzaklıkta olan bir yerde kayda değer bir deprem olduğunu görürsünüz. Gece yarısı saat 4:16'da. Siz bulursunuz. Kandilli bile merak edip görmek istedi ama askeri bölge olduğu için izin verilmedi".

"Neden yer altı nükleer denemesi?"

"Yerin altında yaparsanız fark edilme ihtimaliniz çok az. Diğer türlü uydular bir atom bombasının patlatılması sonucu oluşacak ısıyı ve radyasyonu hemen fark ederler."

"Anlıyorum" dedim. Kafam allak bullak olmuştu. Başlangıçta bir hikaye gibi başlayan fakat inanılmaz teknik ayrıntılarla dolu bir hikaye. İster istemez sordum.

"Bu hikaye gerçek mi?"

Karşımda tebessümle beni süzen adam kahkaha attı. Sanırım bu soruyu bekliyordu.

"Hep okurlarınız mı size soracak bu hikaye gerçek mi? diye, bu sefer de siz sordunuz. Demek ki okurlarınız hiç de haksız sayılmazlarmış di mi?"

Birden tedirgin oldum.

"Okurlarımın hikayelerimi gerçek sandıklarını nereden biliyorsunuz? Demek ki beni önceden tanıyordunuz. Bu tesadüfi karşılaşma, bisikletle ilgili sorular, ODTÜ mezuniyeti ve çok sevdiğim ufak purolar, yani hepsi önceden planlanmıştı değil mi?"

Tekrar gülümsedi ama bir şey demedi. Teneke kutudan bir puro alıp yaktı ve bana da uzattı. İstemiyorum der gibi başımı salladım.

"Size bir hikaye anlatacağım dedim. Gerçekliği konusunda bir şey demedim. Hikayenin gerçek mi ya da uydurma mı olduğuna siz karar verin. Gerçek de olabilir uydurma da...

"Varsayalım anlattıklarınız gerçek. Bütün bu detaylar ve ayrıntıları dikkate alırsak siz hep işin içindeydiniz, hatta işin başındaki tümgeneral sizdiniz. Peki neden bunları bana anlattınız ve yazmamı istiyorsunuz? Türk hükümeti elinde atom bombası olduğunu gizlemek istiyor demiştiniz, neden bu bilgiyi bir şekilde sizin aracılığınızla sızdırsın ki? Bu çelişki değil mi? ve yine varsayalım ki bir sebepten bunu sızdırmak istediler. Peki neden bir gazeteciye ya da televizyoncuya gitmediniz? Ne bileyim Ali Kırca'ya veya Emin Çölaşan'a. Neden bana geldiniz?"

"Evet haklısınız. Anlattıklarımın gerçek olduğunu ve benim hükümet adına çalıştığımı varsayalım. Belki de bir subayım. Fakat bir de şöyle düşünün, diyelim ki Türkiye elinde atom bombası olduğunu resmi olarak açıklamak istemiyor çünkü henüz vakti değil. Bu açıklanırsa çok toz kalkar ve dış politikada zor durumda kalınabilir. Kuzey Kore olayı malum, tabi bir de Uluslararası Atom Enerjisi Ajansının ortalıkta dolanmasını kimse istemez. Herkes yüzünü ekşitecektir. Ama gayrı resmi olarak bunun bir şekilde bilinmesini istiyor da olabilir. Yani abanın altından sopa göstermek istiyor. Karşı taraf, her kimse -dostlarımız ya da düşmanlarınız diyelim- verdiğim detaylardan bunun gerçek olduğunu anlayacaktır fakat resmi olarak sorulduğunda Türk hükümeti bunu kolaylıkla yalanlayabilir."

"Nasıl?" diye merakla sordum. Beynim durmuş gibiydi.

"Çok basit. Sıkışınca "Bütün bunlar bir hikayeden ibaret. Mehmet Emin Arı adlı bir yazar kendince uydurmuş" diye bir şey söylerler. Zaten öykünün başına koyduğunuz şu ibare var ya, bu öykü bir kurgudur falan diye başlayan. "Adam yazmış, bizim elimizde atom bombası falan yok, nereden çıkarıyorsunuz bu saçmalıkları" derler.

Aynı şekilde herhangi bir okurunuz açıp telefonu herhangi bir yere sorsa, "saçmalamayın kardeşim, yok öyle bir şey" diyeceklerdir.

Anlattıklarımı siz değil de bir gazeteci yazsa, yalanlamak çok daha zor olurdu. Ayrıca Ali Kırca ve Emin Çölaşan'ın bunları bilmediğini nereden biliyorsunuz? Herkes biliyor ama bilmezlikten geliyor."

Gülümsedim. O da gülümsedi. Ufak purolardan bir tane de ben aldım ve yaktım. Bir süre düşündüm.

"Ya da varsayalım bu anlattıklarımın hepsi tamamıyla bir kurgu. Hep kafasını karıştırdığınız okurlardan biri olarak size ufak bir sürpriz yapayım dedim. Ben de yazarımın kafasını karıştırayım da görsün ne hallere düştüğümüzü." dedi ve muzipçe bana baktı.


"Peki varsayalım anlattıklarınız tamamıyla bir kurgu. Bu kurguyu nasıl oluşturdunuz? Ve neden kendiniz yazmıyorsunuz da bana anlatıyorsunuz?"

"Öylesine geldi aklıma ve kalemim sizin kadar iyi değil"

"Yayınevleri sizin gibi düşünmüyor. Peki yazıp yazmayacağımı nereden biliyorsunuz, belki de yazmam" dedim kendinden emin bir tavırla.

Sanırım bunu bekliyordu. Hiç umursamadı ve tekrar gülümsedi.

"Hadi Emin bey, bir yazar olarak böyle bir hikayeye asla hayır diyemeyeceğinizi biliyorum. Bir çocuğun önüne bir tabak dolusu çikolata geliyor, hayır der mi?"

"Ya bu öykü gerçekten doğruysa ve gizli hükümet sırlarını açıklamaktan başım derde girerse? Evimin önünde beyaz bir Renault araba görmek istemem."

"Tedirgin olmanıza gerek yok. Hikaye gerçekse, bunu yazacağınızı bazıları zaten daha önceden biliyordur. Değilse de, ortada sır mır yok. Hem onlar sizi severler. Ayrıca beyaz Renault'u sadece polisler kullanır." dedi.

"Onlar kim?" diye sordum.

"Okurlarınız elbette. İstanbul belediyesinde çalışan mimar okurunuz varsa, başka yerlerde de çalışan okurlarınız da vardır elbet." dedi ve yine gülümsedi.

"Peki siz kimsiniz? Bir nükleer fizikçi mi? Bir MİT elemanı mı? yoksa yüksek rütbeli bir asker mi?"

"Emekli diyelim. KDV fişlerini özenle toplayan, romatizması için ara sıra doktora gidip ilaç yazdıran ve artık sakin bir hayat süren bir emekli. Asıl ben size sorayım Emin bey, siz kimsiniz?"

"Anlamadım?"

"Yani bir şair misiniz? Duygulu denemeler yazan bir aşık mı? içinde komplolar olan şeytani kurgular yazan bir bilimkurgucu mu? Bir öykünüzde adamı paramparça ediyorsunuz ama diğer taraftan bir denemenizde gül yaprağı üzerindeki çiy damlasına bir paragraf methiyeler düzüyorsunuz. Hangisi gerçek sizsiniz?"

"Yazar diyelim" dedim.

İkimiz de sustuk. Aklım bombalara takılmıştı.

"Bu bombalar nerede tutuluyor?"

"Sizce nerede olabilir?"

"Bir askeri üstte sanırım..."

"Eh... bir askeri kışlanın kantininin deposunda olacak değil tabi fakat aktive durumda değiller."

"Anlamadım?"

"Yani plütonyum bloklar söküldü ve ayrı bir yerde tutuluyor, malum radyoaktif ve aşırı toksit ama herhangi bir durumda takılmaları yarım günü geçmez, yarım saatte içinde de bir F-16'ya yerleştirilir. Bomba 50 cm boyunda ve 40 cm çapında mutfak tüpü gibi bir şey, ağırlığı da 112 kg. Bunun sadece 4.6 kg'ı plütonyum. Hem zaten plütonyum bloklar takılsa bile bombaların aktive hale gelebilmesi için üç ayrı şifrenin peş peşe girilmesi gerekir. Aselsan'daki çocukların numarası. Her neyse umarım asla çalıştırılmaz."

"Kimlerde bu şifre?"

"Ben de değil, emin olabilirsiniz. Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay Başkanında, mühürlü zarflar içinde 16 haneli rakam ve harf karışımı şifreler. Her bir bomba için ayrı. Bu zarf da plastik bir zarfın içinde. Ucunu kırıp açmanız gerekiyor. Hiç biri tek başına bir işe yaramaz. Görevlerini devrederken bu şifreleri de verirler."

"Neden üç kişi?"

"Tek kişi çılgınlık yapabilir ama üç kişinin aynı anda çıldırması düşük ihtimal. Bu yüzden."

Bir süre ikimiz de sustuk. Purosunu söndürdü ve garsona hesap işareti yaptı.

"Neyse hepsi bu. Müsaadenizi isteyeyim Emin bey. Dizim iyileşince birlikte bisiklete binelim."

"Olabilir, memnun olurum ama soracağım çok şey var" dedim.

"Başka zaman, şimdilik bu kadar yeter. Unutmadan, şunu alın" dedi ve gömleğinin cebinden çıkardığı bir kartpostalı yanlamasına yırtarak ikiye ayırdı ve bir parçasını bana uzattı.

"Bu ne için?" dedim merakla.

"Olur da size mail atarsam bendeki parçanın resmin taranmış halini eklerim. Böylece mailin benden geldiğine emin olabilirsiniz. Bir tür basit şifre, eski bir numaradır."

Atakulenin yarım resmi olan yırtık kartpostal parçasını alıp, elimde bir süre tuttum. Hesap gelince sırt çantamdaki cüzdanımdaki kredi kartını almaya yeltendim ama hemen itiraz etti.

"Lütfen. Hesapları her zaman okurlar öder, ayrıca bize ilk öğretilenlerden biri de hesabı peşin ödememizdir. Kredi kartı her yerde olduğu gibi bizim işimizde de bir baş belasıdır" diye espri yaptı. Sonra on milyonu masanın üstüne bırakıp "üstü kalsın" dedi.

Garsona teşekkür edip ayrıldıktan sonra ayağa kalktı ve tokalaştık.

"Anlattıklarımı yazın ve web sitenizde yayınlayın. Takip edeceğim. Bu arada, deprem hikayesi gerçekten iyiydi" dedi.

Elimde yırtık bir kartpostal parçası, arabasına binip hızla uzaklaşan adama bakakaldım. Birden kafamdan arabanın plakasını almak geçti ama araba çoktan gözden kaybolmuştu. Bir süre öyle ayakta kalakaldım, ufak teybin kapanma sesiyle kendime geldim.

Kafamda adamın anlattıklarını tekrar düşünürken bisikletle eve geri döndüm. Gizli örgütlerden çok Suna'dan yiyeceğim zılgıt beni korkutuyordu. Bu sefer perdeleri asmak bile beni kurtaramazdı.

Tanrım! Neden pazarları evde çizgili pijama giyip futbol maçı seyreden adamlardan değilim? Ne işim var benim atom bombalarıyla?

Önemli Not: Bu öykü tamamıyla bir kurgudur. Gerçek kişi, kurum ve yer isimleri bir tesadüften ibarettir. Öykü ile bağlantıları yoktur.

Bu yazı Sakarya, Gelibolu, Kocatepe, Malazgirt ve Dumlupınar... adı ile Mehmet Emin ARI'ya aittir.

16 Ekim 2009

Vücut Diline Nasıl Yansıdık!

Bu yazımın tadı tuzu olmayacak. Acı tespitlerimi aktarmaya çalışacağım.
Fakat okuyacağınızın acı olacağını bildikten sonra okumaktan vazgeçebilirsiniz! Okumanızı sağlayacak olan; halimizin ‘bir bakış açısından daha’ değerlendirilmesini öğrenme isteğinizdir.

Yıl 1914. Tarihi tarih yapan Türk milletlinin görkemli eseri Devlet-i Aliyye (Osmanlı) yaşlı ve hasta adam olarak hayat mücadelesi verirken, kendisini haritada paylara bölmüş devletler de harekete geçmiştir.
Hasta yatağındaki adamı dilimleyerek paylaşacaklardır… Lokma büyük olunca kesilmesi de büyük bir meseledir! Öyle ki Birinci Dünya savaşını gerektirmiştir. Savaşa hukuki açıdan kendisi katılmış oldu fakat buna padişah gönüllü değildi. Rahmetli Enver Paşa’nın işiydi. Fakat Atatürk’ün de sonradan yazdığı bir mektupta bu savaşa girmemek mümkün değilmiş! Buradan şu sonuca varılabilir; Enver Paşa Almanlar ile anlaşmasaydı, daha sonradan tezgâhlanacak olaylar ile Padişah savaşa kendi katılırdı. Ya da en azından saldırıda savunma konumunda yer alırdı. Kaçınılmaz bir olay olduğunu inkâr eden yok demek!
Pek çoğunuzun az çok bildiği yaklaşık dört yıllık bir süreçte ilk hedeflerini gerçekleştirdiler. Osmanlı, (bir oldubitti ile) Sevr’i imzaladı.

Ne hikmetse, seferberlik ilan edildikten sonra yurdun pek çok yerinde çeşitli salgın hastalıklar baş gösterdi! Devlet maddi açıdan kötü durumdaydı. Seferberlik ile halktan büyük vergiler alındı! Sefalete giden ilk adımlar atılmak zorunda kalınmış! Bağdat’tan Edirne’ye kadar nice vilayet salgın hastalık ve sefaletten inlemeye başlamış!
Rusların işgal ettiği yerlerdeki halkın bir kısmını Sibirya’ya sürdüğü bir kısmını da Ermeni çetelere teslim ettiği biliniyor! Ermeni çetelerin yaptığı işkence ve katliamlar da biliniyor! Rakam verip daha fazla moral bozmak istemiyorum. Hem siviller hem ordu birlikleri bulaşıcı hastalıkların pençesindeydiler. Doktorlar da orduya alındığı için memlekette sivillerin tedavisi tam anlamıyla çıkmaza girmiş. Halka en çok verilen şey tavsiyeler imiş! Aşı da kıt olduğu için önce görevliler aşılanıyormuş…

Günümüzde bir salgın olduğunda bunun başka bir devletin işi olduğunu düşünürüz ya! Acaba o zamanki salgınlarda da bu ihtimal var mıdır?!

Tüm bu kâbuslar ile yıkılan bir devletin halkı “Ya istiklal, ya ölüm!” diyerek son canı, son kanıyla düşmanla çarpışmaya kalkışır ve yeni bir devlet kurar!
İşte, destan yazmaya devam eder bu millet! Devleti yıkmakla yetinmeyecek, İslam’ı ve Türkleri Anadolu’dan silmeye azmetmiş çakal sürüsü gerekli bedeli ödeyerek bunun mümkün olmadığını görür… Allah’ın bir lütfü olarak millet liderine kulak verir. Onunla bütünleşir ve olmaz denileni oldurur…

Mustafa Kemal Atatürk’ün hem savaşta hem savaştan sonra bu millet ile neler başardığını dünya şaşkınlıkla izledi! O dönemlerde çekilmiş görüntüler bu günlere ibretlik olmuştur!
İzlemişsinizdir! ABD’nin büyük elçisi Atatürk ile yan yana ve kamera karşısında! Önderimiz konuşurken büyükelçi vücut hareketlerini ona göre ayarlıyor! Elini kolunu onun gibi tutmaya çalışıyor!
Gurur okşayıcı bir manzara değil mi!? Aradan 80 küsur sene geçer ve Cumhuriyetimizin Başbakanı aynı devletin başkanının yanında kameralar karşısında onun hareketlerini taklit eder...!
İşte eziklik hissi! Mesele toprak büyüklüğü veya zenginlik olsaydı Atatürk de başkasının vücut dilini takip ederdi! Demek ki bunlar değil! Bağımsız ve kendinden emin bir devlet bırakmıştı Atatürk. Şimdi geldiğimiz nokta korkunç… Utanç verici!

Söylenenlere göre Amerika’ya avuç açmamız Adnan Menderes ile başlamış! Başlamış da neden bitmemiş!? O başbakan asılmıştı! Özellikle Amerika lehine bir çeşit vatan hainliği yapma ithamı ile… Sonraki başbakanların hiç böyle bir suçu olmadıysa neden hala Amerika bizim devletimiz için de bir yönlendirici konumundadır! Madem NATO vasıtası ile üye ülkelere üslerini kurmuş, neden hala bu düzen ve sessiz işgal devam ediyor! Neden bizim başbakanımız Amerika’nın Ortadoğu ile ilgili emellerinin ‘Eş başkanı’ olmakla övünüyor! Rahmetli Bülent Ecevit de öfke uyandıran gaflar yapmıştı ama gelen gideni nasıl da arattı!

Düzeltmek ve telafi etmektir marifet! Neden bizim mevcut iktidarımız telafi etmek ve düzeltmek yerine, satarak, olmayacak açılımlar yaparak kolaya kaçıyor!? Kolaycılık!

Ya da vatan hainliği! İkisinden biri! İkisini de istemiyoruz değil mi!?

Başka devletlerin kuklası olmaktan ne zaman kurtulacağız dersiniz!?

Kimine göre herkes bilinçlenip siyasi kararlarını vermeli! Kimine göre siyaset boş iş!

Hâlbuki devletin yönetimi gemi yönetimi gibidir. Kaptanı doğru seçmeli ve denetlemeli ki verdiği emirler ile geminin batmasına yol açmasın! Bu seçme ve denetleme meselesi siyasetle ilişkilidir.
Siyasetten kaçmakla kukla olmaktan kurtulacağımızı hiç sanmıyorum!

Allah sonumuzu hayır etsin…

16 Ağustos 2009

Burçlar Meselesi

Sihirli bir değnek ile deyilmiş gibi insanlığı ikiye ayıran muhteşem bir konudur Burçlar!
Bir kısmı büyük bir özgüvenle diyor ki; 
"Doğan her şeyin burcu vardır. Yani doğum anına göre
şablon gibi temel karakteri atanır! Bunun gezegenlerle, takımyıldızlarıyla ilgilisi vardır. 
Hatta kaderlerimiz hakkında pek çok şeyi öğrenebiliyoruz!"
Karşı çıkan diyor ki: "Hadi oradan şarlatan! Sen de kim oluyorsun!? Bilim adamları dururken seni mi dinleyeceğiz!? Cep doldurmak için uydurmadığınız şey kalmadı be!"
Özellikle Astronomi ve Astrofizik konularında eğitim alan / veren akademik çevreler tarafından alınganlık gösterilen bir konudur. Halka küsmek üzere olan bir halleri var sanki..!
Dr. Levent ALTAŞ hocamızın çok değerli bir yazısı var konuyla ilgili. Uzun olduğu için paylaşmaktan vazgeçtim.
Bu yazıda en çok eleştirilen kavram gök cisimlerinin insanın doğum anıyla ilişkili olarak karakteri kesin olarak etkilediğine dair iddiadır! Bilim insanı olarak hocamız –özetle- diyor ki; günümüzde yakın çevremizdeki gezegenlerin tüm özellikleri ince ayrıntılarına kadar biliniyor.
Doğumla ilgili bir etki saptanmış değil! Takımyıldızlar ise (hem birbirlerine göre uzaklar hem) dünyaya göre çok uzaklar. Bir etki olması mantık dışıdır! Bilim insanlarını ve burçlara safsata gözüyle bakan herkesi temsil edecek şekilde hocamızı yazımızın misafir karakteri olarak düşünüyorum.

Doğrusu benim de aklıma pek yatmış değil hocam! Bu gök cisimlerinin karakterlerimizi etkilemesi…
Bir dönem astronomiyle çok alakalı olduğumu belirterek;
Aslında ortalama bir yıldız sayılan Güneş’imizin hidrojenini 5 milyar yıldır bitirememiş olmasını ve neredeyse bir o kadar daha yanacak ve hidrojen bombaları olarak sürekli patlayacak olmasını da aklım pek almış değil…
Onu da geçtik ‘kara deliklerin’ nasıl olup da bu kadar sıkıştıklarını ve protonların da parçalandığını ve uzay-zamanı deldikleri de aklıma pek yatmış değil.
Sanırım bu benim zeka kapasiteme mal edilemez! Çünkü astrofizikçiler de bu gibi konuları aciz insan hisleriyle tekrar düşündüklerinde hayranlıklarını gizlemiyorlar.
Hatta kuantum fiziğine hayret etmeyenlerin onu anlamadıklarını iddia eden profesörler de var.
Tabi ya… Kuantum fiziğine hayret etmeden olur mu? Hele şu kuantum pek çoklarının aklına yatmış değil hocam! Eminim meseleyi anlamış biri olarak siz de hala hayret emektesiniz…
Aslında evrende henüz keşfedilmemiş ve hayret edeceğimiz daha çok bilgi olduğunu anlıyoruz. Kendimizi anlamaya ve hayret etmeye hazır tutmalıyız değil mi?!

Eskiden hayali kurulan imkânların şimdi teknoloji adı altında gerçek olması gibi belki burçları da keşfeder ‘pozitif bilim’! Aslında safsata dediğiniz bir konuya araştırma bütçesi ayırmaya tenezzül edip etmeyeceğiniz de ayrı bir sorun! Eğer bütçe ayrılmayacak kadar safsata gördüğünüz araştırma tezlerinden bir gün bir gerçeklik çıkarsa kendinizi nasıl hissedersiniz!?
Cahilliği kınama dozunuzu abartmanız, aydınlığa giden yolları tıkamanıza sebep olmasın hocam!?

Daha önce verdiğim bir örneğin yine yeri geldi; UFO furyasına karşı, konuyla ilgili fanatiklerle dalga geçen ve bir bilimci olarak konuyu araştırmak için tertiplenmiş bir projenin başında bulunan Carl Sagan’ın bu açıdan örnek alınmasını dilerim. Umarım objektifliğinizi yitirmezsiniz…

Burçlar konusunda günümüze kadar ulaşmış bilgilerin birikimsel olduğunu kimse inkâr edemez. 5 bin yıldan bahsediliyor! Biliniyor ki çok eskilerde astroloji dâhil bütün bilgi ve araştırma gerektiren şeyler bilim olarak niteleniyordu. Ta ki bir süreç sonunda batıl ve mitolojik imgeler içeren soyut kavramlar somut konulardan ayrıştırılana kadar.
Somut olanları pozitif bilimler şeklinde tanımlamışlar. ‘Kesin’ anlamında kullanılmış pozitif.
Yerli hali ‘müspet bilimler/ilimler’ şeklindedir. Diğerlerini de sanırım ‘safsata’ olarak sınıflamışlar pozitifçiler!
Negatif bilimler diye bir tabir ise kullanılmaz! ‘Kesin olmayan bilimler’! Evet, madem kesin değil o halde bilim değil sonucuna ulaşılır!
Bence yorumun çok önemli olduğu bir bilim olarak burçlar ilmi ‘Yorumsal Bilim/ler’ şeklinde sınıflandırılmalıdır.
Gök cisimlerinin, insanların(beklide bütün devinim halindeki oluşumların) karakteristik özelliklerinin belirlenmesine vesile kılınmış olduğuna anlam veremiyor oluşum beni pek rahatsız etmiyor. Çünkü bu konu doğrudan ilgimi çekmiyor.
Doğruyu arayan bir bilinç, ilk önce anlaşılması yani tespit edilmesi daha kolay olan kısımdan başlar. Ben de öyle yaptım. 6. sınıftan itibaren Astronomiyle ilgilenmeye başlamıştım fakat gizemli konulara olan ilgim elbette astronomiyle sınırlı kalamazdı. Kimilerinin ‘inandığı’ kimilerinin ‘inanmadığı’ burçlar konusu da elbette bir sonuca bağlanmalıydı. 7. sınıfta bu konuyu sürekli olarak takip etmeye karar verdim. Yani, aynı bilgisayarlarda olduğu gibi işlemcinin çalışma zamanının/kapasitesinin “threat’ler” halinde çeşitli işlere atanması gibi aklımın/beynimin kapasitesinin bir bölümünü bu konuya atamış oldum.
İlk anlaşılması gereken şey; insan karakterleri sınıflanabilir mi!? Bunu anlamak benim harcım mı, özel bir yetenek, bilgi gerekiyor mu diye düşünmedim. Zaten önceden beynimin yaptığı bazı benzetmeler vardı. Onları gözden geçirdim. Ailem, akrabalarım ve arkadaşlarım bu araştırmaya farkında olmadan denek/örneklem oluyorlardı. Huylarını benzettiğim kişilerin aynı burçtan olduklarını gördüğümde heyecanlandığımı hatırlıyorum. Bu olay defalarca kez tekrar etti. Aslında aynı anda iki soru cevaplanıyordu. İnsan karakterleri sınıflanabildiği gibi 12 burç olarak astrolojide tanımlanmış sınıflama da doğru görünüyordu! Sınıfların oluşumuyla doğumun gerçekleştiği tarih aralığının bir ilişkisi vardı!
Pek çok millet tarihleri boyunca kendi karakter sınıflamalarını yapmış. Farklı süreler ve isimler belirlemişler. Türk Astrolojisi de varmış. 9-12 gün aralıklar ile yaklaşık iki kat fazla karakter sınıflaması yapmışlar. Çin burçları da meşhurdur…
Fakat sayılar arttıkça öğrenilmesi zor olur. Muhtemelen her gün ve saat için ayrı bir karakter söz konu olduğu anlaşılınca sınıfları geniş tutmanın daha pratik olacağı düşünülmüştür! (yani bence :)
Elbette herkesin özgünlüğü var. Fakat karakterlerin kesiştiği ortak paydalar da var.
12 burç şablonunu kullanmayan ülke var mı bilmiyorum.
Sınıfların genişliği azaltılabilir fakat genişletilemez. Çünkü sayıları daha fazla düşemez. Bu konuda kesin olarak uzlaşma sağlanmış görünüyor. Bu alanda yapılabilecek çok araştırma var.
İşin içine yükselen burç ve ay burcu da giriyor. Eğer başka bir astrolojik etki yoksa karakter üç boyutlu bir yapı olarak dışarıdan etki alıyor! Bu şekilde özgünlük artmış oluyor aynı zamanda!
Sosyal çevreden edinilen alışkanlıklar ise ayrı değerlendirilir. Bunları ayırmak da astrologların işi gibidir. 

“Acaba neden herkes burçları fark edemiyor!?” sorusunu da soruyoruz elbet.
Burçları, yani karakterlerin sınıflarını fark etmek için iyi bir analitik zekâ, güçlü sezgiler ve sabırla odaklanılmış bir süreç gerekir. Bu herkesin harcı mıdır!? Hayır.
O halde herkesin bu konuyu anlamasını bekleyemeyiz.
Burçlarla ilgili ‘inanıyorum’ ve ‘inanmıyorum’ tabirlerini kullanmaktayız. Halbuki bu inanç meselesi değil. Bir din değil! Bu kelime duruma pek uygun değil gibi görünüyor.
Fakat herkesin burçları ‘fark’ edemediğini de anlayışla karşıladığımıza göre, gerçek olan bir şeyi anlamamış kişiler konuya olan yaklaşımlarını nasıl ifade edebilir ki!? Eğer burçların gerçek olduğunu iddia edenlerin zekâsına ve diğer yeteneklerine güveniyorsa burçların gerçek olduğuna ‘inanmak’ durumunda kalabilir. O halde burçları fark etmek ile onlara inanmak aynı şey değil! Dine inanmak ile ilgili benzerliği vardır. Allah’ı fiziksel olarak görmeyiz. Fakat emirlerini (onun affını kazanmak için neler yapmamız gerektiğine dair bilgileri) bize iletmesini bekleriz. Bunun için bir peygamber çıkması beklenir. Bu peygamberler de dürüst insanlardan seçilmiştir. Özellikle İslam Peygamberi Hz. Muhammet Mustafa s.a.v tanıyan herkesin çok güvendiği muhteşem bir insandı. Dolayısıyla yaratıcımızın ona vahiy indirmesi aklını kullanabilen insanlar için çok olağan bir durumdur. Üstelik güvenilir olduğu için insanların ona inanması başkalarına göre daha kolay olmuştur!
Görmediğimiz yaratıcımıza bir aracının sözleriyle inanırız. Önce onun dediklerine inanmış oluruz. Ona güvendiğimiz için..!

Burçları fark edenler, inananlar ve inanmayanlar olarak üçe ayrılıyoruz! İnanmayanlar fark etmeyenlerin bir bölümüdür. Onlar genellikle çevresinin kendisine Bilge gözüyle bakması için çaba gösterir. Bu tarz bir egoyla hep onların sözüne inanılmasını beklerler. Onların güvenebileceği daha zeki bir insanın bile burçların gerçekliği konusundaki olumlu yaklaşımlarını bir yanılgı olarak kabul ettikleri görülmüştür. Neticede ‘yanılıyor’ deyip onun bu önemli konuda hata yaptığını kabul etmiş oluyor. Yani ona güvendiği halde inanmıyor! Eğer daha zeki ve sezgilerini daha iyi kullanabilen birini tanımıyorsa veya tanıdıkları da onunla aynı şeyi söylüyorsa hepten kesin kararlı duruma geçiyor. Böylece burçlara kesinkes inanmayan bir insan ortaya çıkıyor. Artık onun gözünde bu konuya itibar eden herkesin aklı zayıftır. Peygamberlere inanmayanların gözünde, inananların olduğu gibi…
İnanmayanlar da kendi aralarında çeşitlilik gösteriyor. Kimisi bilimsel yaklaşır, kimileri "Dinde böyle bir şey yok!" der. Kimi de hem bilime hem dine dayanarak inananları bu korkunç yanılgıdan caydırmaya çalışır!
Bu savaşlar dünyanın en ilginç gösterileridir. Kesinlikle fark etmiş olan ve kesinlikle inanmayan kişilerin tartışmaları izlenmeye değer. Hoşuma gitmesinin sebeplerinden biri bu tartışma ortamlarından geçmiş olmam olabilir. Anladığıma göre fark etmiş ile inanmayanın birbirlerini tek oturumda ikna etmesi imkânsızdır! Hele izleyici kitlesinin karşısında iki taraf için de ikna olduğunu kabul etmek kariyerini sarsacağını ve bilgisine duyulan güvenin azalmasına sebep olacağını düşündüğü için 'İkna olmak' olacak gibi bir şey değildir. Hoş olmayan ise bıyık altından gülerek izlememdir. Aslında tartışmanın en verimli şekilde geçmesini diliyorum ama bu kalite tutturulamadığı için geriye gülmek kalıyor. Evrim tartışmalarına benzetilebilir ayrıca…
Ancak, kararsız olan izleyicilerin bir tarafı kendince daha mantıklı görmesi ile safını seçmesine yardımcı olur.
Burç kelimesinin geçtiği ayetler:
-“Andolsun biz, gökte birtakım burçlar yarattık ve bakanlar için onu süsledik.”
-“Gökte burçları var eden, onların içinde bir kandil (güneş) ve nurlu bir ay barındıran Allah, yüceler yücesidir.”
-“Burçlar sahibi gökyüzüne,”
Tabi bu ayetlerden karakter sınıflamasına ulaşmak zor… Benim böyle bir sorunum yok bu arada.
Her şey Allah’tan..! Evrenin bütün sistemlerinin kuranda açıklanmasını beklemiyorum. Buna rağmen kuranın şifresi gibi çalışmalar ile daha fazla konu hakkında delile ulaşıldığını görüyoruz. Düz okumayla anlaşılacak şey var, şifreci yaklaşımla anlaşılacak şeyler var.
Bir an önce delil bulup haklı çıkma arzusunda değilim. Yeterli imkânlara ulaştıkça hem bilimsel hem İslami açıdan konuyla ilgili çeşitli araştırmalar yapmayı hayal ediyorum.
İstatistiği bir bilim olarak en iyi şekilde kullanmayı deneyeceğim inşallah…
Fark etmiş birisi olarak şunu söyleyebilirim ki gün gelecek ilkokuldan itibaren Burç Dersi verilecek. Günümüzde burçlar konusundaki bütün kargaşa konuyla ilgili sistemli/devlet himayesinde bir eğitim ve araştırmanın olmamasıyla ilgilidir.
Bu işten para kazanmak için uydurmaktan çekinmeyenler vardır...
Tarot kartlarını da Astrolojiyle ilişkili gösterenler olduğu gibi...
Kurunun yanında yaş da yanıyor yani...
Bizi karşı saldırılar yıpratmıyor!
Hocam bizi asıl üzen, bu karakter yağmurunda hala karaktersizlik gösterenlerin olmasıdır…