31 Temmuz 2009

Sosyete

sosyete Fr. société
a. 1.- Bir topluluktaki gelir düzeyi yüksek ve kendilerine özgü yaşama biçimleri olan topluluk: “Sosyetede bir kişinin etrafına toplanmak, öteki misafirleri açıkta bırakmak ayıptır.” -P. Safa. 2. esk. Topluluk, toplum, cemiyet: “Sosyetemizde yerli zenginlerden bazıları ve birkaç İstanbullu büyük memur ailesi vardı.” -R. N. Güntekin.
Güncel Türkçe Sözlük


“Gruplaşmayalım arkadaşlar..!” diyerek bütün insanlığa biri seslenecek mi acaba!? Çok önceden söylenmeliydi. İpin ucu epey kaçmış!

Hz. Âdem (aleyhisselam), Havva anamızla birlikte dünyaya sürüldüğünde ikisinden başka kimse yoktu. Çocukları olduğunda sayıları yine azdı. Torunları ve onların çocukları olduğunda göze gelecek kadar olmuşlardır… Sanırım bu noktadan sonra sosyolojideki çeşitli gruplar oluşmaya başlamıştır! Kardeşiyle pekiyi anlaşamayıp, kuzeniyle daha iyi anlaşan bir çocuk ve kuzeni, iki kişi olarak ilk özel grubu kurmuş olabilirler. Aralarında özel bir iletişim gerçekleşiyordur. Bunlar birlikte uzun zaman geçirirken, uzaklara açılırken, kendilerine has bir kültür geliştirmiş olabilirler. Yeni kelimeler türetmiş olabilirler. Bazı şeyleri keşfedip başkalarına söylememiş olabilirler. Bu iki kişi aralarına diğer kuzen ve kardeşlerinin girmesini istemiyor olabilir. Sonuçta bir alt kültür oluşturmuşlardır. Yine de aralarına katılmak isteyenler için çeşitli şartlar koymuş olabilirler. Bir kolyeyi takmak gibi… Sır tutmak gibi… Diğerlerini sıradan görmeye başladıklarında kendilerini özel görmeye başlamışlardır. Farklı olma isteği gerçekten bir içgüdü müdür acaba!? Muhtemelen ego’nun tatmin için bulduğu yollardan biridir!

‘Sosyete’nin ‘cemiyet’ anlamı vardır. Topluluk anlamında da kullanılıyor yani… Fakat mal varlığı ve soyluluk gibi özellikleri gerektiren sosyete, ancak insanların oluşturabileceği bir özel topluluktur. Çünkü mal biriktirip başkalarını kendi işi için çalıştırmak bize mahsustur!
İnsandan önce burada dinozorlar varmış anladığımız kadarıyla! Onlar da özel sosyeteler kurmuşlar mıdır? Olacak şey değil… Zekâ da gerekiyor, ego da…

Aslında özel anlamda sosyete diyerek kast ettiğimiz; zengin zümrenin eskiden başlayıp günümüze kadar devam etmiş akrabalık, iş ve kulüp ilişkileridir. Babadan çocuğa devreden bir kavram… Mal varlığı gibi sosyete ilişkileri…
Atatürk’ün bir konuşmasında “…Yeni devlet, yeni sosyete!” demesi ne ilginçtir. Muhtemelen özel anlamda sosyeteyi kast ediyordu! Yoksulluklar içinde kurtuluş savaşı vermiş ve kazanmış bir milletin dünyaya zengin ve ayakları üstünde durabilen bir izlenim vermesi için sosyeteye ihtiyaç vardı sanırım. Çünkü komünist tasarı hariç diğer tüm yaşanmış ekonomik sistemlerde zenginlik meşru bir kavramdır, fakat herkes zengin olamaz. “O halde zengin olanlar bir araya gelsin ki görüntü de zengin olsun!” gibi bir bilinçaltı tasarısı olabilir. Bu açıdan Cumhuriyetimizin Sosyetesi de 1923’lerde oluşmuş diyebiliriz… :)

Neticede bunlar sosyal ilişkidir. Zenginlik ile tartmadığımız zaman da herhangi bir arkadaşlık grubu başkalarına sosyetik gelebilir. Grubun konuşabildiği konular, gittiği yerler, kullandıkları ve kullanmadıkları kelimeler ile büründükleri hal; başkalarının gözünde ‘entel’ kaçıyorsa, o başkaları daha alt kültür düzeyindedir. Bu ayrımın oluşması çok uzun bir süreçtir.
İyi ve kötü ayrımı, kaba ve ince ayrımı, dilin iyi kullanılması ve kötü kullanılması ve bir şekilde yeni moda olarak kabul görmüş olanı giymek-kullanmak ve kullanmamak gibi ölçütler ile insanlar cemiyetler halinde sınıflanabilir olmuştur. Daha iyi konuşanlar, daha nazik olanlar, çeşitli görgü kurallarını daha çok önemseyip özen gösterenler daha sosyetik olurlar! Sosyete kelimesini biz, günlük hayatımızda bunları ifade etmek için kullanır olmuşuz… Köy sosyetesi, semt sosyetesi, şehir sosyetesi, okul sosyetesi, iş yeri sosyetesi…
Hangi cemiyete mensup olduğumuz genellikle tercih meselesi değildir. Yine de buna imkân vardır. İyi eğitim alamamış biri daha sosyetik bir cemiyete katılmak için acil olarak kendini eğitmeye kalkabilir! (Filmlerde işlenmiş konulardan.) Tersi de olmuştur! İçinde yetiştiği cemiyeti sorgularken iğrenenler de olmuştur. Onlar da, bu cemiyeti hatırlatan pek çok maddi ve manevi kavramı hayatlarından çıkarıp daha alt seviyedeki bir cemiyete katılmak istemiştir. Bunu yapanların hikâyelerini duymuşuzdur.

Halk arasında hafif öfkeli bir şekilde “amma da sosyete olmuş/lar!” gibi eleştirel yaklaşımlar gözlenir! Ben bu tarz bir şey söyleyeceğim zaman ya da içimden geçirdiğimde aslında kişinin yapmacık davrandığını kast ederim. Kimileri ise üst kültürlere garez beslediği için söylüyor olabilir. Gerçekte toplumun bu şekilde farklılaşmasının faturasını kimseye çıkartamayız. Doğal sosyeteye saygım vardır. Ne olursa olsun herkes kendi kaderini yaşar. Onun doğup büyüdüğü yeri kimse seçmedi! Herkes kaderin oyuncusudur… Kendi rolümüzü oynarız. Genel olarak yapmacık tavırlar içinde olanlara, yani ait olmadığı bir cemiyettenmiş gibi davrananlara karşı, böyle davranmayanlar tepki duyar. Bu açıdan zoraki sosyete diye bir kavram daha ekleyebiliriz.

Diğer yandan, romanlardan birkaç yüzyıl öncesinin sosyetelerini okudukça yapmacıklığın onların en önemli unsuru olduğunu görürüz. Gerçekte düşünmediği bir şeyi, ya da önemsemediğini önemsiyormuş gibi konuşmak, sürekli gülümsemek… Bunları bize aktaran yazar da aslında bu tavırları küçümsemiş oluyor. Cemiyetin buluştuğu eğlencelerde herkes yapmacık tavırlar takınıyor! Eğlence bittiğinde ise problemli, bunalım ve saçma işlerle dolu hayatlarına geri dönüyorlar…
Yapmacıklık kötü bir şey değil miydi!? Çok yaygın olduğu için soruyorum! Akrabalık ilişkilerinde de olması çok hazin…
Mevlana’nın ‘görünmek’ ile ilgili meşhur sözü bu noktada devreye giriyor ama sosyeteler bunu tatbik ederler mi!?

Diğer bir mesele de farklı cemiyetlerden iki insanın aynı ortamı paylaşması. Çeşitli vesileler ile kaderin cilvelerine muhatap olmuş iki farklı cemiyet insanı konuşmak hatta iş yapmak mecburiyetinde kalabiliyorlar… Eğer arada fazla uçurum yoksa iki taraftan birinin çabası durumu kurtarmaya yetiyor. Fakat bazen çok fark olabiliyor! Eğer ikisi de aklı başında insan ise dil ve tavırlarda ortada buluşmak için gayret gösterirler. Fakat her türlü bu durum stres sebebidir…

Sonradan Görmelerin Sosyetelerini de unutmayalım. Yapmacıklıkta ustalaşamamış kesim. Bunlar da eski cemiyetinden kalan bazı ilişkilerini yürütmek zorunda kaldıklarından surat asıyor. :) Doğal sosyeteye mümkün mertebe karışmaya çalışmaları acıklıdır! Melez sosyeteler çağındayız. Yine de doğal sosyetesine sahip çıkanlar olduğunu biliyoruz. Ne yapsak acaba; bunları desteklesek mi !? :)
İlgili bir deyim;
“Davul bile dengi dengine çalar!”

Bir çıkarımda bulunursak; cemiyetler genişledikçe kaliteleri düşer…

Herkes kendi sosyetesinde kavrulsun derim…

İlgili bir şiirim:

İnsan dediğin var ya;

Biri tohum serpse tarlaya,
Tohumlar filiz olduğunda
Birbirlerinin yerlerini kıskansalar
Acayip olur ya!

Bizimki o hesap.

Tarlanın diğer ucundaki ‘falancanın’
Yeri ve keyfi çok iyiymiş!
Bizimki kötü!

Biri de bizim tarafa imreniyormuş!
Oradan güzel görünüyor da ondan.

26 Temmuz 2009

Vejetaryenlik Ve Bir Manifesto

Önce türlerini öğrenelim!
sozluk.sourtimes.org’dan edindiğim bilgilere göre :

Vegan: Katı vejetaryen olarak da nitelenen bu grup, hayvanlardan elde edilen tüm gıda ve ürünleri kullanmayı reddederler. Buna süt, yumurta, bal ve jelâtin gibi gıdalar dâhildir.( E 441 kodlu gıda katkı maddesi olan jelatin, sığır ve balık gibi hayvanlardan elde edilen, hayvansal kaynaklı bir proteindir. Jelatinin %83'ü protein, %15'i su ve %2'si de mineraldir.) Veganlar genellikle deri, yün, ipek gibi hayvansal ürünleri de kullanmazlar. Bu kişiler, insanların kendi zevk veya ihtiyaçları için hayvanların kullanılması fikrine karşıdırlar.

Lakto-Ovo vejetaryenler: Hiç bir hayvan etini yemezler, ancak yumurta ve süt ürünlerini tüketirler. Kuzey Amerika’da yapılan bir araştırmaya göre, vejetaryenlerin %90-95’i bu gruba girmektedir. (lakto:süt, ovo:yumurta anlamındadır.)Lakto vejetaryenler: hayvan etini yemedikleri gibi, potansiyel bir hayata son veriyor olma kaygısıyla yumurta tüketmekten de kaçınırlar. süt ve süt ürünlerine yasak yoktur .Ovo- Vejetaryen: Süt tüketmeyip, yumurta yerler.Pesketaryen: Hayvan eti olarak sadece balık tüketirler.Semi-Vejetaryen: Kırmızı et yemeyen fakat beyaz et yiyenler.Fruteryan: Bunların sayıları çok azdır. Bitkilerin ve ağaçların meyvelerini yiyerek yaşarlar. Besinleri pişirmeden yerler. Bunun sebebi besinlerdeki hayat enerjisi (vitamin vs.) pişirildiğinde çoğunun yok olduğu veya azaldığı içindir. Çiğ beslenme: Veganlar gibi beslenmekle beraber, çiğ beslenenler doğaya ve yaşama saygılarından dolayı pişirilmiş ya da sağlığı buzulmuş besinleri tüketmezler ve sadece doğadaki haliyle çiğ olarak yenebilecek şeyleri yerler. Çiğ beslenenlere göre; ‘sadece insan, besinlerini bozarak, doğal halini değiştirerek tüketir…’Makrobiyotik: Yin ve Yang değerler arasında denge kurarak ruhsal, zihinsel ve fiziksel yönden doğa kurallarına uyarak beslenme ve sağlıklı kalma düşüncesinden kaynaklanır. Makrobiyotik diyette yenen besinlerin yüzde 70–90’ı tahıl, yüzde 30–10’u sebze ve meyvelerden oluşur.

Yazan: narkissos

Vejetaryenler B12 vitamini hariç bütün vitaminleri doğadan alabilirler. B12 vitaminini ise (endüstrileşmiş meyve/sebze sektöründen önce) bazı bakterilerin ürettiği ve bitkilerin üzerinde kalan haliyle alabilirler. Bütün bitkiler az ya da çok proteine sahip olduğu için; vejetaryenler (büyük bir yanılgı olan) protein yetersizliğine de maruz kalmazlar.
Kendine dikkat eden hiçbir vejetaryen ikide bir hasta olmaz. Et yiyip sağlıklı yasadığını söyleyen insanlardan daha az hasta olan vejetaryen çoktur.

Yazan: ulver

Kıymetli sanatçımız İbrahim Tatlıses’in sıkça tekrarladığı bir tümce vardır: “Saygı Duyuyorum!”
Bunu tekrarlamasının bir sebebi olarak sıkça söz dalaşına girmesini görüyorum.

C ve Sistem Programcıları Derneği’nin çok kıymetli hocalarından Necati Ergin’di yanlış hatırlamıyorsam, bir manifestoyu kendi sitesinde yayınlayan. Şimdi açılmıyor! Umarım tekrar yayına geçer… (http://www.nergin.com/)
Vejetaryen Manifesto’yu okurken kafama doğru gelen taşlara maruz kalmıştım! Çok ağır yazılmış!
Biz epey aşağılık varlıklarmışız... Okudukça bu fikre kapılmamak işten değil! Ancak et yiyen insanların bu durumu ideolojilerine mal edebildiler ise sorun yok! Manifestonun saldırdığı tarafta olmak cevap hakkı doğruyor. Ben de saygı duyarak başlayayım…
Dünyada mevcut taraftarları olan çok akım var! Objektif bakabilirsek hepsine ‘Saygı duyarız!’.
Saygı duymak için çaba göstermek gerekir. Elbette saygı duymak zorunluluk değildir. Onu göstermek zorunluluktur! Toplum ancak saygıyla devamlılığını korur. Bu kadar çeşitli akımlar, inançlar varken saygı göstermek önemsiz olamaz! Vejetaryenlerin duygu temelli felsefelerini öğrendiğimde belli bir saygı duydum. Fakat mantık temeli bulmam gerekiyor gerçekten saygı duymam için… Ne mantığı!?

İnsan mutlak olana doğru sürekli bir yolculukta(sorgulamada) olmalıdır! Bu, akıl sahibi olmanın getirdiği bir sorumluluktur. Aklın ulaşmak için çabaladığı ‘Mutlak’ ; son durak olan, ezeli olan, bitmeyen, amaçları belirleyen, kanunları koymuş olan ve her sorunun tek doğru cevabını bilen varlıktır.
Varlık âleminde mutlak kavramı var olduğundan, insan için tartışma ve ayrılma konusu olan her şeyin de en doğru cevabı bir tanedir! Akıl bu süreçte yalnız kalamadığı için çeşitli noktalarda saplanabilir! Mutlak olanı ‘arayan akılları’ farklı noktalarda saplanmış insanlar tartışır ve ayrışır…

Başka bir konu;
“Ben senin yerinde olsaydım…” diye başlayıp, empati kurduğumuzu zannederek ne yapacağımızı söylememiz fantezidir. Bilincin, beden değiştirmesinden bahsetmektir! Sadece bilinç de değil, beynin de değişmesi lazım! Bazı konular henüz açıklanmadığı için belki sadece beynin değişmesi yeterli olabilir! Çünkü mevcut bilgilerimize göre hafıza, beynin bir hizmetidir! Belki bilinç herkeste birebir aynıdır! Eğer öyleyse burç gibi doğum zamanıyla belirlenen karakter kısmının da beyinde olduğunu varsayarsak beynin değişmesi yeterli olur! Bu fantezi değil de nedir! İlginç ve bilinmezlerle dolu bir konuya temas edişimi mazur görün! Empati gereklidir, fakat çoğunluk tarafından başarılamadığı halde başarılıyormuş gibi söylenmesine karşıyım. Ayrıca yerinde olsaydım meselesi gerçekte mümkün olmadığı için buna en yakın makul seçenek ‘Bendeki akıl sende olsaydı, şöyle şöyle yapardın!’ anlamı çıkarmaktır… Bu hali de varsayımlarla ayakta kalır. Kimin aklı daha fazla! Tecrübeleri ayırabildik mi akıldan! “Benim tecrübelerim ve aklım sende olsaydı…” İyi de belki ben senden daha tecrübeliyim! Benim her yaşadığım anı biliyor musun ki! Aklımızı da karşılaştırmış değiliz! IQ testi mi yapacağız! Benim aklım seninkiyle aynı şekilde mi çalışıyor? Farklı şekilde çalışıyorsa, bu zeka testi iş görmez ki!

Vejetaryenler için empati kurmaya çalıştık da, sadece onların felsefesini öğrenmiş olduk! Zaten onlar bizim için empati kurma zahmetine girmemiştir çünkü normalden farklı hale sonradan geldiler! Yani eskiden sürünün bir parçasıydılar ‘istemeden’! Sonra bu felsefeyi benimsediler ve özel oldular. ‘Az’ yani! Sonra onların seviyesine çıkamamış insanlara hakaret etmeye başladılar! İşte bu yüzden, onları da empati kurmak için çaba göstermeye davet ediyorum.

Bakın biz et yemekte ısrar edenler neler düşünüyor;

Mutlak olanı arayan insanlar olarak, önce en temel sorulardan başladık! Biz kimiz? Gerçekten var mıyız!? “Düşünüyorum! O halde varım!” dedi Descartes. Hak verdik kendisine! Bunu temel aldıktan sonra; neden ve nasıl var olduk!? Bu noktada ‘üç kol’a ayrıldık! Bir kısmımız “Bizi mutlaka bir varlık yaratmıştır!” dedik! Bir kısmımız “Hayır! Öyle bir şeye gerek yok! Hatta zaten böyle bir varlık yok!” Dedi… Bir kısmınız da “Bunu henüz bilemeyiz!” dedi…

Mutlak olanı aramakta olan aklımız iç ve dış engellere karşı aynı mücadeleyi verebilmiş olsaydı, ya da aklımızı bu yolda azimle kullansaydık aynı sonuca ulaşırdık! Bunu başaramadığımızdan, insanlık olarak ayrışmış olduk… Fakat hepimiz biliyoruz ki bu üç önermeden bir tanesi mutlaka doğru! Diğer ikisi yanlış… (Bilinemezcilerinki de bir önermedir. Çünkü diğerleri bilinebildiğini iddia ediyor! Hiç önermesi olmayanlar da var… Oranları çok az olduğu için pek önemsenmezler! Zaten onlara onlardan başka kimse değer vermemektedir…)

Bu ayrışmadan sonra sorduğumuz soruların çoğuna, ayrıldığımız inançlarımızı referans alarak cevaplamaya çalıştık! Bilim açısından bunun sağlıklı olmadığını her kesimin her fırsatta dile getiriyor olmasına rağmen henüz üstü örtülü de olsa bunu bırakmış değiliz…

İdeoloji dediğimizde, dini inanç ve bunun desteklediği temel prensipler akla gelir. Bizim kimlerden olduğumuzu gösterir bazen. (‘Bir kişi’nin savunduğu ideolojilere pek rastlanmaz.)
Hayata bakış açımızdır bir yandan!

“Güneşe bakanlar!” diye küçük bir aile tarikatı haberi vardı bir ara! Hem de Türkiye’de! Bunlar belli sürelerde Güneşe bakıyorlar! Aydınlanmanın başka yolu yokmuş onların liderine göre!

Ne dersiniz!? Saygı duyulmalı mı!? İsteyen duyar, isteyen duymaz ama göstermeli..!

Esasında ideoloji sahibi insanlar diğerlerine karşı saygı duyamazlar! Dahası; ‘ne halleri varsa görsünler’ yerine “Saygı duyuyorum!” denir. Bunu söylemekle bir çeşit saygı gösterisinde bulunuruz… İdeoloji şaka değildir! Gerçekten bizimkiyle zıt olan ideolojileri savunan insanlara saygı duyuyorsak, kendi ideolojimize saygısızlık etmiş oluruz! Ben kendi ideolojimi, ona saygısızlık etmemek için çaba gösterecek kadar çok benimsemişimdir… Eminim benim gibiler çokçadır… :)

Manifestoda hocamızın saldırı niteliğindeki saygı göstermekten bahsedilemeyecek cümlelerine saygı duymak durumunda mıyız!? Saygısızlık gördüğümüzde ne yapmalıydık!? Bunun da mutlak cevabını bulmalıyız…

Neden başka canlıların etlerini ve ürünlerini yemeyelim!? Duygusal açıdan; Pek çoğunun aynı bizim gibi iki gözü var! Beyni var! Mide, ciğer, kol-bacak vs… Onlar da aile ve diğer sosyal ilişkiler ağında yaşıyorlar! Fakat bir böcek ile bir ineği aynı kefede değerlendirmeyiz! Bizimle görece daha çok ortak özellikleri olan canlılara daha çok acırız! Küçüldükçe önemleri de azalıyor çoğunluğun gözünde! Tek hücreli canlıları ise zaten göremeyiz günlük hayatımızda! Onlar bizden hiç saygı beklemesin! Vejetaryenlerden bile…
Bu duygusallık kendi türümüze karşı olan akrabalık duyguları temelinde gelişmiştir sanırım! Yamyamlık nadir rastlanan bir tercihtir. (Çinlilerin yamyamlıklarını öğrendikten sonra bu oranın epey artmış olduğunu düşünebiliriz…)


Biz hem etobur hem otoburuz. Biz sayısını bilemediğimiz canlılardan biriyiz! Canlılık doğanın en ilginç özelliğidir. Bizim varlığımız bu ilginç özellikle ilgilidir. Bu özelliğin devamlılığı ise ekosistemler ile gerçekleşmektedir. Ekosistemde çok çeşitli boyutlarda ve özelliklerde nice canlının bir birlerine yem olması vazgeçilmez bir sistem özelliğidir! Yani doğa dediğimiz bizi büyüleyen muhteşem ‘şeyde’ aynı zamanda canlıların diğerleri tarafından yenmek için öldürülmesi, ölmüş halinin de mümkün mertebe ayıklanması düzenlenmiştir. Virüs sebebiyle hastalıktan ya da yaşlılıktan ölmüş bir ceylanın üstüne üşüşenlerin sayısı çok fazladır! Tek hücreli canlılar, leş yiyen kara ve hava hayvanları… Mikro organizmalar ‘molekül yığını’ halinde ki ölmüş hücrelerin tekrar toprağa kazandırılmasında en önemli işlevi görürler!

İnsan da bir ekosistem canlısıdır! Bedeni bu gezegenin moleküllerinden oluşmuştur! Fakat özel bir konumda olduğuna inandığından ölmüşleri olduğu gibi toprağa atmaz. İnançlarına uygun gömer! Neticede pek çok gömülme şeklinde yıllar sonra geriye sadece kemikler kalır.
Biz vejetaryen felsefeyi diğer canlıların da benimsemesini isteyebiliriz! Ama bu mümkün değildir! Onlar duygusuzlukları yüzünden etobur olmadılar! Aslan gibi pek çok canlı acıktığı zaman yemek için saldırır. Karnı doyduğunda yanından koca bir sürü ağır ağır geçse saldırmaz…

Ekosistemi aslanın duygusal tercihleri belirlemedi! Hiçbir canlı etken değildir bu sistemde! İnsan öyle zanneder! Her şey edilgendir… Neden sonuç ilişkileri evrenin bir karakteristiğidir… Biz yemezsek başka canlılar yiyecek! Mikro organizmalar ölmüş olanları görmezden gelebilir mi?
Diğer canlılar birbirine bu ‘insansı duygusal saygıyı’ göstermeye kalksa ne olur dersiniz!? Ortalık ölmüş hayvanların cesetleri ile dolar. Pek çok canlı türü kısa sürede yok olur! Topraklar verimliğini kaybetmeye başlar. Bitki türleri azalır. Atmosferin de karışım değerleri değişir. Bekleyen son ise toprağın, hiçbir bitkinin yetişemediği bir hale gelmesidir. Bu da kalan canlıların gıdasız kalmasına sebep olur. Yani dünyada canlılık yok olur…

Başka canlıları yememek gibi bir saygı gösteriş ile ekosistemlerin bozulmasına yol açan bir süreci desteklemiş oluruz! İnsan kendisini ekosistemlere ihtiyaç duymayacak şekilde hayatta tutmayı öğrenecek gibi görünüyor! Fakat diğer canlıların böyle bir alternatifi yok.
Ölmeyecek canlı yoktur. Hepsinin ortalama ömrü vardır. Bir canlının ölme zamanı tesadüf müdür!?
Değilse kim veya ne belirler!? Beş gün daha yaşaması, bir yıl daha yaşaması kimin taktiridir!? Sadece hayatta olmak mıdır önemli olan! Varlığı bir amaç uğruna mıdır!? Ölmesi yaşaması kadar kıymetli midir!?

İşte inançlarımızdır bu soruları cevaplayan… İlahi dinlere göre yaşamak ve ölmek eşit değerli olaylardır. Hepsinin yeri ve zamanı ayrıca amacı bellidir! Belirlenmiştir… Ekosistemin bir parçası olmak kötü bir şey değildir. Canlılara saygı duyarak onların yenmemesi düşüncesi diğer yandan ekosisteme saygısızlık göstermek anlamına gelir. Bunun devamında, yani en yaygınlaşmış halinde ise canlılığın sürekliliğine vesile kılınmış neden-sonuç ilişkisi olan ekosistemlerin yok olması vardır… Peki vejetaryenler bu açıdan düşünmediler mi!? O zaman vejetaryenlerin çoğu ‘ilahi dinler’den hiç birine inanmıyor sonucuna ulaşırız!?
Üstelik İslam dininde hangi hayvanların, hangi şartlarda nasıl yenebileceği bizlere bildirilmiştir. Gelişi güzel bir mesele değildir! Kesilmesi müsait olan bir hayvan, Allah’ın adı anılmadan kesildiyse o yenmemelidir! Mundar olmuştur! Havyan mümkün olduğunca acı çektirilmeden öldürülmelidir! Demek ki bu işte hem yaratıcıya hem ‘kesilecek’ hayvana saygı gösterilmesi mecburiyeti vardır!
Üstelik bizim bu seçimlerimiz ekosistemlerimiz ile uyum içindedir! Sizinki ise öyle değil!
İnançlarımız gereği yapmamızın uygun olduğu bir şeyi yapmamıza karşı neden saygı göstermiyorsunuz!? Hani siz kendinizi daha uygar ve özel görüyordunuz!? Manifestoda okuduklarımızda sizde böyle bir seviye göremedik! Sizin açınızdan uygun olmayan bir şeyi kendi inançlarının usulüne göre yapan kimselere saygı göstermek çok mu zor!

Bu açıdan bizim gözümüzde; yeterince düşünmeden, ithal felsefeleri benimseyen bir avuç insansınız! Kendi içinizde ayrıldığınız o komik hezeyanlara girmiyorum...
Cem Yılmaz’ın esprisindeki : “İki tütsü aldım, yoga yaptım!” diyenden ne farkınız var!?

Sanayideki duyarsızlığımız ölçüsünde doğanın dengesini bozduğumuz için kendimizi lanetleyip duruyoruz. Düşüncesizlik dediğimiz nedir!? Saygı duymaktan benimsenmiş bir felsefenin aslında saygı duyulan şeyin yok olmasını desteklemek anlamına geldiği paradoksa garp olmuş insanların bu halleri düşüncesizlik değil midir!?

İşte biz et yiyenler böyle düşünüyoruz. Fakat sizlere karşı, sizin bize göstermediğiniz kadar saygı göstermeye çalışacağımıza -en azından kendi adıma- söz veriyorum.

17 Temmuz 2009

Ay’a taşınmayı düşünmek!

Çekip gitmek isteyenlere ithaf edilmiştir…

Apartman sakinlerinin birbirini istemeden rahatsız etmeleri can sıkıcı meselelerdendir.
Bunu en azından azaltmak için özel kurallar belirlenir toplantılarda! Örneğin: Akşam 9’dan sonra her türlü sesin kısılması gibi!
Yaz aylarında özellikle insanlar pencerelerini açarlar! Ya da yaz-kış çamaşır asarlar balkona veya dış cepheye monte edilmiş iki çubuk arasındaki iplere… Çamaşırlarını sermiş vatandaş, üst katlardan halı silkindiği zaman tozların yeni yıkanmış çamaşırlarına uğramadan dağıldığına inanacak değildir. O da olmasa açık camlardan içeri girerler… Bu gibi sorunlar ayrıca toplantı konusu olmuştur. Alınan yeni kararlar herhangi bir şeyin balkondan veya camdan silkinmesi işlemine haftanın sadece bir gününde izin vermiştir. Böylece o günde alt katlardakiler camlarını kapalı tutarlar. Tabi bu bir iki cümleyle özetlediğim kadar basit olmamıştır. Apartmanın ‘reisleri’ olan erkekler toplantı konularının hepsine aynı ehemmiyeti gösteremezler. Konu halı silkmekten açılmıştır. Birkaç kişi haftanın bir günü olsun demiştir ve hangi gün olacağı belirlendikten sonra muhtemelen başka konuya geçilmiştir. Kararlar hanımlara kocaları tarafından duyurulmuştur. Fakat bu hanımlardan gerçek ‘ev hanımı’ tanımına uyanlar temizliğe çok özen gösterirler ki bu onların en önemli görevleri arasındadır. Muhtemelen çoğu köyde büyümüştür. Köyde genelde müstakil evler vardır. Müstakil evin ‘silkme günü’ gibi dertlerine pek rastlanmaz! Hem anadan gördüğü kadarıyla hem de sonradan alışkanlık olmasıyla birlikte, camdan ve balkondan bir şeyleri silkmek sıradan ve aslında günde en az bir kere yapılan bir işlem olmuştur. Alışmış kudurmuştan beterdir demişler! Boşuna denilmediğini defalarca ‘deneyimledik’! Küçük bir örtüyü camdan silkmesin de, ne yapsın!? Toz sorununa henüz teknolojik bir çözüm geliştirilmedi. Elektrik süpürgesi kullanarak örtüleri de mi süpürmeye çalışsın!? Aslında olur da hiç yakışı kalmıyor! Dolayısıyla sadece falan gün halı silkinebilecek kararını uygularken, gün içinde çeşitli bezleri, örtüleri halı olmadıkları gerekçesiyle istediği zaman gelişigüzel silkebildiği gözlenmiştir! Bu durum irili ufaklı sıkıntılara yol açmasıyla toplantıda tekrar gündeme getiriliyor! Bu sefer kanunun kapsamı genişletilerek her türlü ‘cismi silkmek’ haftanın belirtilen gününe ertelenmeli sonucu doğuyor! Bu sefer ev hanımın belli bir tepkisi oluyor kocaya! Koca da ne yapsın!? Apartman meclisi ondan ibaret değil ki! Lakin ‘kurallar çiğnenmek içindir’in mucitlerinin ruhlarını şahlandıran eylemler gözlenmeye başlanıyor! Kimse görmez diye içinden geçiriyor muhtemelen, örtü ve benzeri cisimler bayrak gibi dalgalanıyor sağdan soldan… Altta kalanın canı çıksın dercesine! Kural ihlali bir dalga gibi, domino etkisi gibi yayılıyor… “O yaparda ben yapmaz mıyım!? “ “Önce falanca yaptı!”

Ev hanımlarının bu günlük kural ihlalleri ve neticesinde birbirleriyle atışmaları, işten yorgun gelmiş ‘reis’in canını sıkmaya birebir…
Komşu reislerle arkadaş olabilmiş, iyi ilişkiler kurmuşken, hanımların bu sorunlarını çözmek biraz zor oluyor! Apartmanın sosyal ilişkilerindeki devinimler 10 -15 yıl içinde sönümlü osilasyon misali azalabiliyor. Fakat bu süre içinde apartmandan gidenler ve onların boşalttığı yere gelenler olabiliyor. Bu da yeni titreşimlerin başlamasına sebep teşkil etmektedir!

Aile bireyleriyle paylaşmak zorunda olduğumuz veya severek paylaştığımız alanları kader belirler! Komşularla paylaşmak zorunda kaldığımız alanları da..! Mahalle, köy, ilçe, il gibi yerleşim birimlerinin nüfus/alan oranını da..! Çok geniş topraklara devlet kurulur. Fakat insanlar eşit uzaklıklarla dağılmazlar. Birlikte yan yana yaşarlar! Başta akrabalık ilişkileri olmak üzere pek çok sebep etkilidir bunda! Su gibi kaynaklara yakın yerleşmek eskide kaldı diyebiliriz! Çünkü su, yerleşim bölgesine, şebeke ile evlere kadar dağıtılıyor artık. Dolayısıyla medeniyet bölgelerinde iş’e yakın yerleşim esastır! Bu güne kadar devletlerin ‘bütçe kısıtı’ sorunları kamu yatırımlarının nüfusun daha yoğun bölgelerine daha fazla yapılmasına neden olmuştur. Örneğin belli bir hizmetin, sunulabilmesi için yerleşim biriminde en az 100 hane yaşamalı gibi limitler ortaya çıkmıştır. Bunların dallanıp budaklanmasıyla, daha kalabalık yerler daha kaliteli hayatlara vesile oluyormuş gibi görünmüştür! Gelişmekte olan ülkelerde nüfusun az olduğu yani görece daha az kamu yatırımı sunulmuş yerlerden daha kalabalık yerlere göç, artan oranda gerçekleşmiştir. Bu da “dar alanda kısa paslaşmalar’ın (film ismi) öneminin artmasına vesile olmuştur. Binalardaki ses yalıtımı artık daha önemli! Tuvalet ve banyonun havalandırmasının bütün apartmanda bir tane olması gibi kolaya kaçma durumları sanrım tarihe karışıyor! Mümkün olduğunca birbirine yaklaşan, merkezileşen insan hayatının kalite artırımı sevindiricidir. Fakat gerçekten beklentileri sürekli artan insanları tatmin edebilmesi henüz gerçekleşmiş değildir. Kaldı ki eski binaların yıkılıp yenilerinin yapılabilmesi kolay değildir. Hala çağ dışı kalmış apartmanlarda nice hayatlar yaşanıyor! Belki de bu oran %50’dir.

İnsan hayatı karmaşık bir süreçler bütünüdür! Her yaşın ayrı psikolojisinden bahsediliyor! İnsan bu gün tahammül ettiğine birkaç yıl sonra isyan edebilir! Şımartılmadan büyümüş nesiller küçük yaşlarda edilgen kılınmışlardır! Rahatsızlık duymasından değil rahatsızlık vermesinden bahsedilir! Bu duruma alışmış çocuğun her şeyi olduğu gibi kabul edip ayağını denk alması ve şartlara razı olması gayet normaldir.
Fakat büyüdükçe sorgulaması ve kendine saygısı artar! “Ben de insanım! Beni de çok şey rahatsız ediyor! Bundan sonra yok öyle…!” gibi çevredekileri benliğine eşit saygı göstermelerine mecbur bırakır!
Bu süreçte çocukken birlikte yaşadığı ve üstünde hala otoritesi olan insanlarla artık ayrılması gerektiği gibi sonuçlara ulaşmaya başlar! Bir bakarsınız ki zaten evlilik çağına gelmiştir! Bu ayrılma hücre bölünmesi gibi gerçekleşmiştir şimdiye kadar… Yani genellikle evlilik sebebiyle yeni bir eve taşınmışlardır!

Çekip gitmek istiyor bazen insan! Bunalıyor, sıkılıyor, çözemiyor…
Sonra; “Nereye gideyim? Yalnız yaşayabilir miyim?! İş bulamadığımda kirayı, faturaları nasıl öderim hatta temel gıdaları nasıl alırım..!?” gibi sorular dikilir bu kaçış isteğinin karşısına…

Henüz geçim derdine çözüm üreten sosyoekonomik sistemlere geçiş yapmış değiliz. Daha çok sorulacak bu sorular…

İnsanlardan uzaklaşmak istemenin çeşitli sebepleri olabilir. Fakat yalnız yaşamak herkese göre değildir. Aslında yalnızlığa görece daha yakın insanlar ise insanlıktan çıkmamak için yapılması gereken günlük, haftalık, aylık ve yıllık işlerle tek başlarına uğraşamayacaklarını düşünür. Pek çoğumuz, yalnız yaşayacağımız günler için hazırlık görmeyiz! Kader, kimi uzun süre yalnız yaşatacaksa, onu buna hazırlar! Kaderin bu özelliği her şey için geçerlidir. Tecrübe etmek zorunda kaldığımız pek çok şeyi önemsemeyiz belki! İleride onun faydasını görmemiz çok olası! Kader her olayı ve nesneyi değerlendirir…

Çoğumuz diyordum, daha şehirde bile tek başına yaşayıp-geçinmeyi gözümüz tutmadığı halde, insanlardan ve medeniyetten uzak nasıl yaşayabiliriz.!? İş bölümünün sıfır olması anlamına geliyor insanlardan uzak olmak! Bunu düşünmediyseniz zamanı gelmiştir…
Issız yaşamanın başka sorunları da vardır! Güvenlik sorunu! Eşkıyalardan, vahşi hayvanlardan korunabileceğinize emin misiniz..? Boğazınıza bir şey kaçtığında sırtınıza vuracak biri yoksa “keşke olsaydı” der miydiniz?
Gördüğünüz ilginç bir şeyi paylaşmak istemez miydiniz?
Sorular çeşitlenebilir. Söyleyebilirim ki bu kadar da ıssızlığa razı olacak insanlar çok az…
Üstelik istediğiniz bu tarz bir mutlak ıssızlık ve kimsenin size en ufak bir buyruk vermemesi ise işiniz gene çıkmaza girer! Bir kere yaşadığınız yer çok büyük ihtimalle bir devletin sınırları içinde olacaktır. O devlette çok çeşitli insanlar yaşayacaktır. Dağları keşfe çıkmış birileri sizin yanınızdan geçebilir ve size korkuyla ve kuşkuyla bakabilir, çeşitli sorular sorabilir…
Devletin bir memuru gelip size burada bilmem hangi sebepten dolayı yaşayamayacağınızı söyleyebilir. Eğer dinlemezseniz silahlı yetkililer ile gelip sizi bilmem nereye götürebilir. Hatta evinizin olduğu yerden demir yolu geçeceğini söyleyebilir. Rahatınızı mutlaka bozacak birileri çıkacaktır. Bu ise kaderin sınavlarındandır… Kaçış yok diyebilirim!

Bağımsız topraklar yok denecek kadar azdır! Zaten balta girmemiş orman niyetine gittiğiniz yerlerde oranın yerlisi olan kızıl-esmer insanlarla karşılaşabilirsiniz… Yamyam değillerse iyi ilişkiler kurmanız umulur!

İnsanlar hayatı bir yandan kolaylaştırmaya çalışıyorlar bir yandan da farkında olmadan zorlaştırıyorlar… Bu döngüden ne zaman çıkılır bilinmez.

Aslında her kaçış isteği en az bir arayış ya da beklenti içerir. Beklenen sonuç huzur ve/veya mutluluktur..!
Kaçış planlarının nihayeti dünya dışınadır! En yakındaki katı kütle olan Ay’a gitmeyi isteyebilirsiniz…
Sorunlar daha da fazlalaşır! Hiçbir ekosistemin olmadığı, atmosfersiz bir yerde hayatta ne kadar kalırsınız! Deseler ki; Orada istasyon kuruyoruz. Ya da kurduk! Deneylere denek olmak üzere orada mümkün olduğunca çok kalmak isteyen gönüllüler lazım…

Şahsen balıklama atlarım! Kaçış üstüne yazı yazan birinin kaçışı ara sıra düşünmesi çok muhtemeldir. Gıdalarımız ve suyumuz tam anlamıyla hazır geliyor! Çalışmak zorunda değilsiniz! Zaman geçirmek için size mümkün olduğunca çok alternatif sunulacaktır. Canın mı sıkıldı!? Giy uzay elbiseni ayda dolaş dur! Birkaç kişi daha varsa hepten keyifli geçer! (“Dütüntene, okeye bile dört kişi var!!! :)

Hem ıssızlığı keyifle yaşayacaksın hem de hiçbir zahmete girmeden meşhur olacaksın!
Neden Ay!? Çünkü bir araba reklâmından çok etkilendim… Ay’da iki katlı şık ve sade bir ev! İçinde bir bayan… Eşi arabayla geliyor eve! Sönük renkler, gizem, sükûnet, huzur, mutluluk hisleri coşuyor… Aaahh ahh… Yani bu mesele bilim adına değil bende!
Hem uzay istasyonunda yaşamaya tercih ederim. Sürekli yerçekimsiz ortamın keyfi olamaz. Çilesi olur! Bu tarz bir şeyden keyif almak için istediğin zaman istediğin kadar olabilmelidir. Ay’daki çekim kuvveti Dünya’nın yaklaşık 1/6’sı kadardır. Sanırım bununla idare edebiliriz! Artık Aylı olacağız! Dünya’daki herkes komşu olacak! Ama şunu unutmayın, bu komşunun külüne değil, her göndereceği şeye muhtaç olacağız! Neyse canım, nihayetinde denekiz biz deneeek!


Evrende görünür bölgelerde yaklaşık 200 milyar galaksi olduğu biliniyor. (Karanlık madde ise evrendeki en büyük kütleyi ihtiva etmektedir.)
Her galakside ortalamaya vurursak 200 milyar da yıldız vardır. Bunların en az yarısının gezegeni/gezegenleri olduğu istatistiksel olarak tahmin ediliyor!

Dünyada yaşamakta olan ortalama 7 milyar insan var. Cinleri de 8 milyar saysak(İnsanlardan biraz fazla olduklarını ‘Medyum Memiş’ söylemişti :)) 15 milyar! YZV’lerin de en az 10 gezegende var olduğunu varsayarsak, nüfusları bizim cinlerle toplamımız kadarsa, 165 milyar zeki yaşam formu popülâsyonu var olmuş olur!

Eğer mümkün olduğunu düşünsek, her galaksiye bir tane zeki varlık yerleşebilir! Tapu verildiğini düşünün! Boşta galaksiler bile kaldı! Onlar da kamu işleri için kullanılır!

Koca galakside sizden başka zeki varlık yok! Nasıl? Hoş olmaz mı!? Gerçekten sizi kimse rahatsız etmeye tenezzül etmez…
Eğer galaksiler arası ziyaretler olmaz ise, üreme olmaz! Üreme olmaz ise en uzun yaşamış zeki varlık öldüğünde evren zeki varlıksız kalır!

İşte geldik evrenin var olma amacına! Özetle; Mutlak olan Allah’ın kulları için bir imtihan ve kulluk yeri olacak mekân ve zaman tezahürü!” şeklinde bir tanım ile amacı da belirtmiş oluruz. Evrenimiz çok özel bir yapıdadır! Gezegenimiz ise tamamen bize özeldir! Neredeyse her bitki hoşumuza gider! Genellikle kokuları güzeldir! Manzaralar nefes kesicidir! Şelaleler, dağlar, ovalar, dereler, göller, denizler, okyanuslar…
Sayamadığımız çeşitlilikte canlılar. Sevimli hayvanlar… Bitkiler ve hayvanlardan gıdamızı sağlarız!(vejetaryenlere başka yazıda sesleneceğim :) )
Dünyayı bırakıp da nereye gideriz!? Daha doğrusu nasıl bırakırız!?
Bizi kaçışa iten sebepler yüzünden bu muhteşem lütuf’a sırtımızı dönemeyiz…

Ama dediğim gibi fazla uzaklaşmamış olmak için Ayda yapılacak basit deneylere denek olmak isterim…

16 Temmuz 2009

Nikola Tesla

Hazırlayan: Steve Silverman

İşte size bir görev:

Lütfen aşağıdaki soruların cevaplarını arayın.
(Cevaplar parantez içinde verilmiştir.)

1) Radyo'yu kim icat etmiştir? (Marconi)
2) X-ışınları'nı kim bulmuştur? (Roentgen)
3) Vakum tüp ampfilikatörü'nü kim bulmuştur? (de Forest)

Aslında, hazır böyle bir işe başlamışken florasan lambayı, neon ışığını, hız göstergesini, arabaların ateşleme sistemlerini, radar sistemlerinin temelini, elektron mikroskobunu ve mikrodalga fırını kimlerin icat ettiğini de bulmaya çalışın.

Büyük bir olasılıkla, Nikola Tesla adında bir şahıstan çok az bahsedildiğini göreceksiniz ki bu şahıs yüzyıl dönümünde yaşamış, dünyanın en ünlü bilim adamıdır.

Aslında günümüzde çok az kişi bu şahsın adını bilmektedir. Thomas Edison'un çabaları bunun böyle olmasını sağlamıştır.

Üstüne üstlük Tesla o zamanlarda, 10.000 uçağı 250 mil mesafeden havaya uçurabilecek ölüm ışınlarından, dünyayı ortadan ikiye bölebileceğinden, ses ve görüntünün havada taşınabileceğinden (1800'lü yılların sonlarında) bahseden ve Edison'a DC (Doğru akım) sistemini alıp münasip bir yerine takması gerektiğini söyleyen tuhaf birisi olarak biliniyordu.

Başka bir deyişle, Tesla ismini duyan herkes onu büyük bir ihtimalle deli olarak nitelendirecektir.

Fakat artık günümüzde bazı şeyler değişmeye başladı.

Gerçek şu ki Tesla çok büyük bir ihtimalle iddia ettiği herşeyi hayata geçirebilirdi. Tesla, yazının başında sıralanan bütün buluşların ve daha nicelerinin de sahibidir (adı anılmasa bile). Etrafınıza bakın, modern hayatın modernleşmesinde rol oynayan her şeyde Tesla'nın parmak izleri vardır.

Hiç şüphe yok ki Tesla, Vinci'den bu yana yaşamış en büyük dahidir.

Peki bu kimdir bu dahi?

Küçük Nikola Tesla 1856 yılında Hırvatistan'da, Smijlan'da doğdu. Olağanüstü bir hafızası vardı ve 6 dil biliyordu. Graz Politeknik Enstitüsünde 4 sene matematik, fizik ve mekanik eğitimi gördü.

Tesla'yı büyük yapan şey ise sahip olduğu elektrik anlayışıydı. Hatırlarsanız o dönemde elektrik daha emekleme aşamasındaydı. Ampül henüz icat edilmemişti.

Tesla, ABD'ye 1884 yılında ilk geldiğinde Thomas Edison için çalışmaya başlamıştı. Edison ampülün patentini yeni almıştı ve elektriği dağıtabilmek için bir sisteme ihtiyacı vardı.

Edison, kendi bulduğu DC (Doğru akım) elektrik sistemiyle ilgili bir çok problem yaşamaktaydı. Edison, Tesla'ya sistem içindeki hataları gidermesi için büyük paralar vadetti. Tesla çalışmaları sonunda Edison'un 100.000 $ 'ın üzerinde (günümüz şartları için milyonlarca dolar demek) para kazanmasını sağladı. Fakat Edison parayı vermeye yanaşmadı.

Dolayısıyla Tesla, Edison'un yanından ayrıldı. Edison hayatının geri kalanını Tesla'nın dehasını gölgelemek için harcadı. İşte Tesla'nın adının duyulmamasının sebebi de budur.

Tesla, elektrik iletimi için daha iyi bir sistem olan ve bugün evlerimizde kullandığımız AC'yi (alternatif akım) buldu. AC'nin DC'ye göre çok büyük avantajları vardı. Tesla'nın yeni geliştirdiği transformatörler kullanılarak AC'nin gerilimi arttırılabiliyor ve ince teller vasıtasıyla çok uzun mesafelere taşınabiliyordu. DC akımın taşınabilmesi için ise her mil için büyük trafolar ve kalın teller gerekiyordu.

Şüphesiz bir elektrik dağıtım sistemi, bu elektriği kullanacak cihazlar olmadan hiç bir işe yaramazdı. Bunun üzerine Tesla evlerimizde kullandığımız her tür cihazda bulunan motoru icat etti. Bu basit bir başarı değildi. 1800'lü yılların sonlarında yaşamış olan bilim adamları AC için hiçbir şekilde bir motor dizayn edilemeyeceğine inanmışlardı ve AC'nin kullanılmasını zaman kaybı olarak görüyorlardı. Akım eğer saniyede 60 kere yön değiştirirse motor sürekli ileri-geri hareket yapacak ve bu hiç bir işe yaramayacaktı. Tesla bu problemi çözdü ve herkese aksini kanıtladı.

Endüstri, florasan lambayı "icat" etmeden 40 yıl önce Tesla laboratuarında florasan lamba kullanmaktaydı. Dünya fuarları ve benzer fuarlarda cam tüpler aldı, ve onları şekillendirerek ünlü bilim adamların isimlerini yazdı. Etrafımızda gördüğümüz neon ışıkları keşfedilmiş oldu. Az daha unutuyordum: Tesla, şu an Niyagara şelalesinde bulunan dünyanın ilk hidroelektrik santralini dizayn etti. Bunun yanısıra arabaların hız göstergesini de buldu.

Onun AC sistemiyle ilgili konuşmaları George Westinghouse'un kulağına kadar gitti.

Tesla Westinghouse ile bir anlaşma imzaladı. Satılan her kilowatt elektrik için 2.5 $ alacaktı.

Ve birdenbire Tesla sürekli düşlediği deneyleri yapabilmek için ihtiyacı olan parayı bulmuş oldu.

Fakat Edison kendi DC sistemine çok fazla para yatırdığından dolayı Tesla'yı kötülemek için elinden gelen herşeyi yaptı. Edison sürekli Tesla'nın bulduğu AC akımın kendi DC sistemine göre çok tehlikeli olduğunu göstermeye çalışıyordu.

Tesla buna kendi pazarlama stratejisiyle karşılık verdi. 1893 yılında Şikago'da yapılan ve 21 milyon kişinin katıldığı Dünya Fuarında AC elektriğin ne kadar güvenli olduğunu göstermek maksadıyla kendi vücüdundan yüksek gerilimli elektrik geçirerek bu elektrikle ampülleri yaktı. Tesla, bobinlerini kullanarak kalabalığın üzerine yıldırımlar çakıyor ve kimse zarar görmüyordu. İyi numara!

Tesla'nın almayı hakettiği para 1 milyon dolara ulaşmıştı ki Westinghouse maddi sıkıntıya düştü. Tesla, sözleşmesinin geçerliliğini sürdürürmesi durumunda Westinghouse'un işinin kapanacağını farketti ve alacaklılarla uğraşmaya hiç niyeti yoktu. En büyük düşü, bütün insanlara ucuz AC elektrik sağlayabilmekti. Tesla kontratını yırtıp attı. Dünyadaki ilk trilyoner olacağına, kendisine patentleri için 216.000$ ödendi.

1898 yılında Tesla, Madison Square Garden'da bütün dünyaya ilk uzaktan kumandalı maket kayığı gösterdi. Dolayısıyla Tesla uzaktan kumandalı uçakların, arabaların, kayıkların (ve televizyonların!) da mucididir.

Tesla'nın bütün dünyaya ücretsiz enerji sağlamak gibi bir düşü vardı. 1900 yılında sermayeci J.P. Morgan tarafından sağlanan 150.000$ ile Tesla, Kablosuz İletişim Sistemi kulesi adıyla bilinen kulenin yapımına Long Island, New York'ta başladı. Bu iletişim kulesi, dünyadaki telefon ve telgraf servislerini birbirine bağlanması, resim, borsa raporları ve dünya çapındaki hava tahminlerinin transferi amacıyla tasarlanmıştı. Bunun bütün dünya için ÜCRETSİZ enerji demek olduğunu farkeden Morgan, ne yazık ki projedeki maddi desteğini çekti.

Bu konuda birçok hikaye vardır. Bazı hikayelere göre 1. Dünya Savaşı sırasında ABD hükümeti, Alman casus gemilerinin kuleyi navigasyon noktası olarak kullanmalarından korktukları için kuleyi yıkmıştır. Aslında Tesla, Morgan desteğini çektikten sonra sıkıntıya düştüğünden kuleyi borçların ödenmesi için hurda fiyatına satmıştır.

Dünya ona deli gözüyle bakıyordu çünkü o zamanlar ses, resim ve elektrik transferinin adı bile duyulmamıştı.

Onların bilmedikleri bir şey vardı. Tesla, radyo'nun çalışma prensiplerini Marconi'nin varsayılan icadından 10 yıl önce yayınlamıştı. 1943 yılında (Tesla'nın öldüğü yıl) yüksek mahkeme Tesla'nın daha önceki tanımlarını baz alarak Marconi'nin patentlerini geçersiz kıldı. Günümüzde hala bir çok referans Tesla'yı radyonun mucidi olarak kabul etmez (Not : Marconi'nin radyosu ses transfer etmiyordu. Sadece sinyal transfer ediyordu ki Tesla bunu yıllar önce başarmıştı.)

Bu noktada basın Tesla'nın iddialarını abartmaya başladı.

Tesla, Mars ve Venus'ten radyo sinyalleri aldığını duyurdu. Bugün biliyoruz ki o gerçekten de uzak yıldızlardan sinyaller alıyordu fakat o dönemlerde evren hakkında çok az şey biliniyordu. Sonuç olarak, basın onun bu şok edici iddialarıyla epey eğlendi.

Manhatten'daki laboratuarında Tesla, dünyayı bir akort aleti gibi kullanarak buharla çalışan bir osilatörü, altındaki toprakla aynı frekansta titreştirmeyi başardı. (Ella Fitzgerald'ın eski Memorex reklamlarında sesini kullanarak bir bardağı kırması gibi.)

Sonuç mu? Çevredeki bütün binaları etkileyen bir deprem. Binalar sallandı, camlar kırıldı, duvarların sıvaları döküldü.

Tesla, teoride Empire State binasının aynı mantıkla yıkılabileceğini, hatta ve hatta dünyanın ortadan ikiye ayrılabileceğini iddia etti. Tesla, bilimin kendisiyle aynı sonuca ulaşmasından tam 60 sene önce dünyanın resonans frekansını net biçimde ortaya koydu.

Sakın dünyayı ortadan ikiye ayırma fikrini uygulamaya koymadığını düşünmeyin (bir anlamda koydu).

1899 yılında Colorado Springs'deki laboratuarında dünyaya enerji dalgaları gönderdi ve yansıyarak kaynağa geri dönmelerini sağladı (bu, günümüzdeki hassas deprem sismik istasyonlarının teorisini oluşturmuştur). Dalgalar geri geldiği zaman onlara daha fazla elektrik yükledi.

Sonuç mu? Kayıtlara geçmiş insan yapısı en büyük şimşek – 130 feet. Hala kırılamamış olan bir dünya rekoru.

Arkasından gelen gök gürültüsü 22 mil öteden duyulabiliyordu. Laboratuarının etrafındaki bütün çayırlık alan tuhaf bir biçimde mavi ışıklar saçıyordu, St. Elmo yangınında olduğu gibi.

Bu deney Tesla için esas deney öncesi bir ısınmaydı. Ne yazık ki bu deney sırasında yerel trafonun ekipmanını yakmıştı ve deneyini bir daha tekrarlayamadı.

1. Dünya Savaşı başında hükümet, Alman denizaltılarının yerini tespit edebilmenin yollarını çok ciddi şekilde arıyordu. Hükümet iyi bir metod bulması için Thomas Edison'u göreve getirmişti. Tesla, bu gemilerin yerlerinin tespit edilebilmesi için bugün radar adıyla bilinen enerji dalgalarının kullanılmasını önerdi. Edison Tesla'nın fikirlerini saçma bularak geri çevirdi ve dünya radarın icadını 25 sene daha beklemek zorunda kaldı.

Peki bu hayat boyu yaratıcılığının ödülü? Sadece kendisine verilen Edison madalyası! Tesla'nın Edison'dan duyduğu onca hakaret üzerine bir tokat gibi...

Hikayeler bu şekilde devam ediyor.

Endüstrinin kendisini bilimsel literatürden atma çabaları (açıkça başarılı olmuştur) ona 20 yıl sürgün hayatı yaşattı. Parasızlıktan dolayı daha test edemediği sayısız deney sadece onun defterlerinde yer aldı.

Modern dünyanın mucidi, 7 Ocak 1943 yılında 86 yaşında parasız pulsuz öldü. Cenazesine 2000'in üzerinde katılım oldu.

Hayatı boyunca Tesla 800'ün üzerinde patente imza attı. Hayatı boyunca maddi sıkıntı çekmeseydi büyük bir ihtimalle Edison'un rekorunu geçecekti. Hayatının son 30 yılında sadece bir kaç patent alabildi.

Edison'un aksine Tesla yaratıcı bir zekaya sahipti. Fikirleri bilim dünyasında birer ilkti. Ne yazık ki dünya Tesla'nın orjinalliğinde olan insanları ödüllendirmiyor. Biz sadece kavramları alıp onları değiştirip kullanışlı birer ürün haline getirenleri ödüllendiriyoruz.

Bugün bilimadamları onun notlarını satır satır inceliyorlar. Onun saçma bulunan teorileri bugün en iyi bilim adamları tarafından kanıtlanıyor. Örneğin Tesla'nın dizayn ettiği pervanesiz disk türbün motoru modern malzemelerle birleştiğinde gelmiş geçmiş en verimli motoru oluşturuyor. Cryogenic sıvılar ve elektrikle yaptığı 1901 patentli deney bugünkü modern süperiletkenlerin temelini oluşturuyor. Tesla'nın, elektronun kesirleri kadar yüklü parçacıkların varlığını ortaya koyan deneyleri mevcuttur. Bu parçacıklar bilim adamları tarafında 1977 yılında bulunan quarklardır!

3 Temmuz 2009

Bağımlılıklar

İyi ve kötü bağımlıklar vardır. Birbirini seven, sayan insanların birbirlerine bağımlı olmaları iyi olarak görülür. Bu soyut bir bağımlılıktır. Yani bedenimize bir şey vermek zorunda değiliz. Fakat hayatımızın akışı içinde zihinsel alışkanlıklarımız ve bağımlılıklarımız oluşmaktadır. İnsanın çelişki dolu tarihi ve mevcut hali burada da kendini gösteriyor. Çok uzun geçmişi olan alkollü içki kültürü ve kurutulmuş tütünün dumanını çekme kültürü alışkanlık olabilmekteyken, günümüz insanları sigaraya topyekûn cephe alıyor, alkollü içkilerin saltanatına ise dokunulmuyor! Birinci sınıf olarak niteleyebileceğimiz insan tanımı nedir!? Gidin batıya sorun! Birinci sınıf; düzenli alkol alır hiç sigara içmez! Neden alkol!? Elbette sigara alkolle tamamen aynı kefeye konulamaz. Fakat ideolojik farklılıklardan kaynaklanan çok genel çelişkileri temsil eder durumdalar. İkisinin de vücuda zararları vardır. Hem psikolojik, hem bedensel bağımlılık oluşturabilmektedirler. Alkol ise bilinci/aklı/iradeyi zayıflatarak içene ve etkileşim içinde olduğu insanlara sosyal zarar da vermektedir. İşte bu, sigaradan onu daha zararlı kılan önemli bir etkendir. Fakat az içilmesi gerektiği kültürlü ve bize göre batılı insanlar tarafından öğütlenmektedir. O halde sigara da az içilebilir! Aynı zümrenin mantığına bakarsak! O halde uyuşturucu otlar da az kullanılabilir! Bağımlılık yapmayacak kadar! Neden yasak!? Neden sigara ve alkol yasak değil!? Bağımlılık yapması görece daha zor olan uyuşturucuların gizli bir şekilde üretilip satılması çok yaygındır. O halde neden yasak! Alkol de aklı devre dışı bırakmıyor mu? Neden alkol yasak değil? İnsanları anlamak zor…

Yıllar önce müziğin uyuşturucu etkisini fark etmiştim. Beni çok etkileyen parçalara kendimi kaptırmaktan çekinmediğimi ve onları durup dinleyeceğime somut faydası olan şeyler yapabileceğimi fark edebildim. Elbette pek çok işi görürken müzik dinleyebiliyoruz. Fakat sanatı algılamak ve tadına varmak için esere odaklanmak gerekir. Yoksa hedeflenene ulaşmak zorlaşır. Siz söylemeden ben ekleyeyim: İnsanın bedenini ve zihnini dinlendirmeye ihtiyacı vardır. Değişik şeyler düşünmeli ve hissetmelidir. Yoksa bunalır!
İyi o zaman!

Alkol için ne diyebilirsiniz(sıvı uyuşturucu)!? Sigara için? Kuru uyuşturucular için?!

Müzik olmadan insan zihni rahatlayamaz mı? İnsan neden zihnini bu kadar yormaktadır!? Bağımlılık yapan maddelere kendimizi kaptırırken neden bunların sebeplerini bulup düzeltmedik!? Modern hayatın giderek artan stresine çare üretilemeyeceğini mi kabul ettik!?
O halde maddelere bağımlılık anlayışla karşılanabilir!

Neden böyle oldu?
İnsanların manevi eğitimini ve terbiyesini ailelerine ya da diğer deyişle şansa bıraktılar da ondan! Liberal anlayış defalarca çökerken, sosyal devlet politikaları da eğitim deyince hep bilimleri anladı! Hayır efendim! Eğitim her türlü olmalıdır. Manevi değerleri de kapsamalıdır. Haftada bir iki saat din eğitimiyle insanların maneviyatı tatmin edilemez. Tabi, ‘laik’ devletlerde bu bile dikkat çekiyor. O halde din eğitiminin arttırılamadığı yerde manevi eğitim başka türlü verilemez mi?

Devlet hırsızlığın ne kadar kötü olduğunu anlatamayacak kadar aciz mi!? Edebiyatı mı eksik!? İlkokul birinci sınıftan itibaren lise sona kadar devam edecek ‘evrensel ahlak’ dersi olamaz mı? İnsanın ilkel duyguları kendisine anlatılamaz mı?! Bunları hangi yollarla dizginleyebileceği anlatılamaz mı?
‘Modern Hayat’ dediğimiz şeyi korkunç bir rekabet olarak özetleyebildiğimize göre, insanların ‘hep daha çok’a yönelmek zorunda kalması stresi düzenli olarak arttırmaz mı? Bireyler arası, şirketler arası, devletlerarası rekabet!
Ahlak dersi, bu rekabet hırsını inceleyebilmelidir. Yaşamanın hedefinin diğer insanlara göre daha başarılı olmak olmadığını öğretmelidir. Yaşamın amacının ise insanların inançlarıyla ilgili olduğunu herkesin bu konuda kendi inancına göre bir açıklama yapması ve ona göre önceliklerini(ve limitlerini) belirlemesi gerektiğini aşılamalıdır.

Bu düzeye ulaşacak devlet 'ancak' modern devlet olabilir. Devletlerin ortalamasını aldığımızda geçmişin anlayışını görürüz. Yöneticilerin cesaretsizliği ve koltuk koruma politikası bunda birinci kademede etkendir.

Müziğe dönersek;
‘soyut ve masum bağımlılık’ olan ve çocukluğumuzdan beri ‘ruhun gıdası’ niyetine bize yutturulan bu uyuşturucudan kurtulmamız kolay değildir. Moralimiz kötü olmadığında bacaklarımıza veya etrafımızdan bulduğumuz bir cisme darbuka muamelesi yapmaya devam edeceğiz. Bunun sorumlusu biz değiliz! Müziğe bağımlı yetişmiş bir dünyadır… Tabi ağaçlıktan deri-kemik kalmış bazı Afrika insanlarının bu tarz bir alışkanlık kapmadıklarını düşünebiliriz. O halde yaşamakta olan insanların en az yarısını müzik bağımlısı olarak nitelendirirsek pek yanılmış olmayız.
Resim ve heykel gibi diğer sanat yapma araçlarından şöyle farklıdır; Peş peşe onlarca şarkıyı dinleyebiliyoruz. Bazılarını tekrar tekrar... Bunu yolculukta da yapabiliyoruz. Diğer araçlara göre çok daha yaygındır. Ama heykellere ve resimlere yolculuk sırasında çoğunluk olarak bakmıyoruz! Baktığımız zamanda çabuk bırakıyoruz. “Helal olsun adama! Yapmış…” deyip geçeriz… Müzikten daha çok resimlerden ve heykellerden haz aldığını söylen insanların yüzdesi ne kadardır acaba?


Oturduğunuz yerden bilincinizin sanki uçuşa geçmesi ve dünyayı dolaşması bazen de evrene açılması hissini müzikle yaşıyoruz. Bazen adrenaline sebep oluyor! Bazen dertlerimize ortak oluyor! Aynı sigara ve alkol gibi..! Eski Türk filmlerinden bir meyhane manzarası hatırlarsak: Fonda arabesk bir müzik, masada rakı, parmaklar arasında sigara..! Bu örnekte müzik, diğer iki argümanla aynı amaca hizmet ediyor! Gerçeklikten kaçış! Duygusal çöküntüye sebep olan yaşanmışlıkların zihindeki izdüşümlerini silme çabası.
Morali bozuk olduğunda, ya da zihni yorulduğunda bu üç şeye başvurur insanların çoğu… Keyifli olduklarında yine üçünden seçtikleri görülmüştür. Yapacak bir şey aradıklarında yine aynı..! Artık biri bu ‘şeytan üçgeni’ni bozabilir mi lütfen! :)


Allah’ın rahmeti üzerimize olsun…