26 Haziran 2009

Lost’lar ve Survivor’lar

Survivor: geride kalan, sağ kalan, hayatta kalan, kurtulan, kazazede, varis.

“Yaz mevsimi her taraf güneş..! Şöyle bir şehri geziyorum!" diyen Rafet El Roman üstadımıza selam göndererek yazıma başlayayım.

Güneşli bir günde şöyle bir mahalleyi geziyordum! Bir kıraathanenin önünden geçerken dışarıda muhabbet eden birkaç kişiden birinin şunu söylediğini duymuş oldum: “…ama Müslüman olarak gömmüşler. Yani Müslüman ölmüş!...”
Merak ettim acaba kimden bahsediyor?! Bir süre sonra eve döndüğümde bilgisayarı açtım ve ‘CanımGrubum’dan e-posta adresime gelen mesajlardan “Pop’un Kralı Öldü!” başlığına gözüm ilişti. İletiyi açınca Michael Jackson’un öldüğünü öğrendim. Hayat hikâyesini özetlemiş mesajda gönderen. Derken facebook’u açınca da pop kralının paylaşılmış videolarıyla karşılaştım. Helva gibi işlev gördü bu güzel videolar. Ölenin arkasından tatlı bir şeyler…
Sonra dışarıda duyduğum “…Müslüman olarak ölmüş!” sözü aklıma geldi. Tabi ya…
Dünyanın Pop Kralı ölür de duyulmaz mı? Konuşulmaz mı?! Bu bile ‘pop krallığı’ için bir kanıt-ölçüt olabilir.
Michael Jackson’ının Müslüman olduğuna dair birkaç yıl yinelenen bir haber vardı!
İlk duyduğumuzda heyecanlandık! “Elbette canım! Doğru yolu buldu! Allah hidayet verdi!” gibi yorumlar yaptık. Aslında haberin doğruluğundan da emin sayılmazdık! Nitekim bir yıl sonra yine bir gazete aynı manşeti kullandı! “İkinci kez mi Müslüman oldu!?” Sanırım bir yıl sonra yine tekrar etti bu! Üç kerede işi sağlama alma girişimi mi bu? Değil tabi! Medya mensuplarının marifetleri dedik…

Fakat ateş olmayan yerden ‘bu kadar’ duman çıkmaz önermesiyle sonuca gidersek, bu adam Müslüman olmuştur arkadaş… En doğrusunu Allah bilir…

Ne yazık ki çocuk tacizleri ile ilgili hiç te hoş olmayan iddialar vardı! Gerçek olmadığını düşünmek istiyoruz. Nitekim mahkemelerde aklanmış...

Rafet’ten bahsedişimin sebeplerinden biri Michael Jackson ile aynı burçtan olmasıdır. Başak burçları mükemmeliyetçidir! Zamanı gelince karakteristik özellikleriyle muhteşem eserler üretebiliyorlar. Pop Kralı da böyle olunmuş! İşkoliklik, mükemmeliyetçilik ve saflık! Bir başka meşhur Başak burcu olarak Lev Nikolayeviç Tolstoy’u örnek vereyim. Ortak yanları ömürlerinin sonunda İslam’ı seçmeleri! Yazarlığına hayran olduğum Tolstoy üstadım, Müslüman olduktan sonra kendisi gibi doğru yolda olanların arasına karışmak istedi. Fakat ‘yaşlı ve bunamış’ olduğu gerekçesiyle, ailesi tarafından neredeyse alıkonuluyormuş! Evden kaçmak yaşlıyken nasip olmuş! Trene binmiş. Amacı Bulgaristan yoluyla doğuda Müslümanların ülkelerinden birine gitmekmiş! Eğer bir istasyonda vefat etmeseydi yol üstündeki Türkiye’de kalması yüksek ihtimaldi bana göre!
Michael Jackson da Bahreyn’e yerleşmişti.
Müslüman olarak can verdiklerini umarak, bu kardeşlerimiz için Allah’tan rahmet diliyoruz…

Her gün birilerini kaybediyoruz. Geriye kalanlar mücadeleye devam ediyor! Survivor’ız hepimiz! Lost’ları uğurlayıp kalan sahalarda devinmeye devam ediyoruz!
Biz de lost olacağız! Bizi de o zamanki Sur’ler ve Vivor’lar uğurlayacak…

Neyse ki eceliyle gitti! Eğer öldürülmüş olsaydı, sokaklarda “Hepimiz Michael Jackson’ız!” pankartlarıyla kalabalıklar toplanmak zorunda kalacaktı…

Severdik rahmetliyi! Ama Pop Kralı ölmüş! Öyle sıradan bir vefat değil bu! Bir çağın kapanması, yenisinin açılması muhtemeldir. Hayırlısı olsun…

19 Haziran 2009

Kolektif Sapma

Ne güzeldi! Tasasız çocuklar olarak oyunlar oynarken…
Mutlu aile tablolarında yerimizi almışken… Kalabalık da olsa okulları arı kovanları gibi doldururken… Bizlere ideal dünyayı öğretirlerken!

Küçükken büyümek, büyükken küçülmek isteyenler! Olabildik…

Hayaller kurarken ömrü tüketmenin hovardalığını da yaşadık…

Ne yapmalıydık?

Başarılı insanların hikâyelerini dinlerken “İlkokul öğretmenim beni çok iyi yönlendirdi…”, “Lisede (fizik, müzik, edebiyat, matematik,…) öğretmenim beni bu konuda destekledi…” gibi geçmişteki yönlendirilişleri imrenerek öğreniyoruz! Kendi geçmişimizi yoklarsak belki hiçbir yönlendiriliş göremeyiz. Bazılarımız ise görür. Bunlar da çeşitli boyutlardadır. Öğrencilik yıllarında okuduğumuz, duyduğumuz başarı hikâyelerini örnek almamız beklenir. Elbette gelecekle ilgili hayalleri olanlarımız can kulağıyla dinliyordu. Her ülkede, her okulda, her sınıfta ve her nesilde ideal öğretmenler var mıydı? Yönlendirilmek kaç kişiye nasip oluyor!? Bu imkandan yararlanamamışın işi daha mı zor?! Belki yetenekleri bilinmiyordu veya yoktu fakat onları ve eğilimleri ortaya çıkarmak için ne kadar uğraşılıyor!? Bir teleskopun olmadığı, astronomiden neredeyse bahsedilmeyen bir ortaöğretim kurumunda; astronomiye veya astrofiziğe hatta parçacık fiziğine eğilimi olan gençler ne yapabilir! “Hocam ben astrofizik hastasıyım lütfen beni yönlendirin! İstirham ediyorum!” dese miydi!? Lisemizdeki muhteşem laboratuarımızın kilitli kapısı neden senede iki kere bize açıldı? İçerideki her masada bulunan musluklar ile acaba ne tür bilimsel deneyler yapılıyordu?
İlgi alanları için ‘kollar’ vardı! Haftada bir mi, iki saat miyidi(?), herkes kayıtlı olduğu kola gider ve bir şeyler yaparlardı! Bu çok güzeldi! Fakat konu Bilim olunca, işler hiç de meraklı öğrencinin beklentilerini karşılayacak şekilde olmuyordu! Belki biz çok uçuyorduk! Beni tatmin mi etmemişti de ertesi yıl Satranç koluna yazılmıştım yoksa Bilim Merkezleri isimli kolun yerine Satrancı mı getirmişlerdi hatırlayamıyorum.
Neden bizim okulda küçük, ‘küçücük’ bile olsa bir teleskop yoktu? Bazı geceler meraklı öğrenciler ve idealist bir öğretmen gökyüzü gözlemleri yapabilirlerdi! Sonra öğretmen servis ile öğrencileri evlerine bırakabilirdi! Ertesi gün de zaten Cumartesi olurdu! Belki de teleskopu bize göstermediler!? Nazar değmesin diye olabilir! Ha tabi, bir de yıpranmasın, kırılmasın, müfettişler, teftiş için teşrif ettiğinde okulun çağdaş halini görebilsinler diye de olabilir… Tabi, bu ulvi amaca ulaşmak için gençlerin laboratuara girmemesi ya da az girmesi göze alınabilir! Bizim geniş gönlümüz bunu da sineye çeker…

Bize öyle, bir iki tokat attılar, oraya buraya sokmadılar diye maraz çıkarak değiliz. Pink Floyd’un meşhur klibindeki gibi okulu yakıp yıkacak değiliz. Biz anarşist değiliz. Büyüklere, hiyerarşiye saygılı, derslerine çalışan, fazla soru sormayan özel gençleriz…
İcabında, kompozisyon dersinde ne yazacağımızı, nasıl düşüneceğimizi bize öğretmenimiz anlatır biz de öyle yazarız. Kırk beş puanı ve üstünü alır, derslerimizi geçeriz… Bizden sonra geleceklere yer açarız…

O değil benim aklım TÜBİTAK’a takılıyor… Devletin kaynaklarıyla bilim ve teknik araştırmaları, destekler, yarışmalar, ödüller, sözler, vaatler… Sahi bize niye bunlar teğet bile geçmedi? Yok, ben uzay turisti olmak gibi zor şeyler istemiyorum elbette devletimden!
Hani sağda solda umuma açık bir şeyler olurdu. Öğrenciler gelir giderdi. Ortak çalışmalar yapılırdı! Rüyamda mı görmüştüm yoksa!? İhtimal…

‘Orta 1’ dediğimiz çok hassas bir eğitim-öğretim safhasında, sürekli değişen öğretmenlerimiz vardı! İş ve Teknik gibi ilginç bir dersten bize bir türlü dönem ödevini verememiş bir öğretmenimiz vardı! Fakat neredeyse her derste Bilimsel yayınları takip ettiğini, zamanını faydalı şeylerle değerlendirdiğini anlatırdı! Bazen yeni buluşları da bize haber verirdi ama şu anda onlardan bir şey hatırlamıyorum! İngilizce dersleri yaklaşık yılın yarısı kadar boş geçmeseydi ben 6. sınıfta ışığın bir atom üzerinden geçiş süresini hesaplayabilir miydim..? Çok yaramazlık yaptık sanırım! Ondan dışlandık kanımca bu yönlendirmeden, özendirmeden ve hatta desteklerden…
O yaşlarda nasıl bir çevrede ve imkânlar içinde olduğumuzu idrak ettikçe kendi çabalarımızla kendimizi yönlendirmeye ve teşvik etmeye çalışır olmuştuk! Biz kim miyiz? Bilime ve tekniğe meraklı çocuklar! Sonra destek beklediğimiz okul, aile ve devletin aslında bize köstek olduğunu da anlamayabildik. Yılmadık… Her şeyle mücadele ederek destekler ve özendirmelere devam ettik. Kendimizi kalkındırdık… Ama çok yaramaz idik çok… Altmış kişilik sınıfta, ses hızıyla matematik öğretimine maruz kaldık. Komikti! Güldük… Çok yaramazdık çok… Neyi hak ettik ki..? Türkçeyi öğrenmeden Fen dersine öğretmen olabilmiş, siyasi oyunlarını bize gerine gerine anlatan milletvekili aday adayı öğretmenlerimiz oldu. Onlara layık olamadık sanırım. Dersle ilgili ne söylediyse okuyarak söyledi! Biz de yazmaya çalıştık… Muhteşem hocamızın peşine düştüğü yaramaz bir öğrenci yerine başkasını neredeyse bayıltana kadar dövdüğünü de hatırlayabiliyorum. Hayatla ilgili derin deneyimler yaşattı bize… Çok yaramazdık çok… Neyi hak ettik ki?
Her şey böyle değildi! Kulakları çınlasın idealist öğretmenlerimden olan Gürbüz Sarıçelik, ilkokul 4. sınıfta azmetti ve kendi çabalarıyla küçük bir mikroskop getirdi sınıfa. Soğan zarını lam lamele yerleştirdi. Sırayla gözlemledik! Zannediyordum ki bütün öğretmenler böyle… Bir de Azeri müzik öğretmenimiz vardı ortaokulda! Org ile gelirdi her derse. Zamanın popüler şarkılarını çalar çalar söylerdi… Bizde eşlik ederdik… Hey gidi hey… Bir de Azerbaycan’daki kaliteli eğitimi ve iyi imkânları anlatırdı bize! Aşağılık ‘kompleks’i ne de güzel gelişmeye başlamıştı…

Milletimizin tarihinde yoksulluk, savaş ve kurtuluş mücadelelerini hatırlayıp halimize bin kere şükretmeliyiz! Fakat olanı kullandırtmayan zihniyete selam ederim!

Devlet teşkilatında çok çeşitli birimler vardır. Sanki her derde bakan biri varmış gibi…
Devletin büyüyen borçlarını, hortumlanmasını, masada kandırılmasını da düzeltecek biri var sanırsınız… Gördük ki yokmuş! Nasıl olduysa devlet asıl varlık amaçlarının öncelik sıralamasından sapmış durumdadır… Nerede kaldı fırsat eşitliği...


Devlet de kuruluş amaçlarından sapmış gibidir…

Bunların da temelinde insanların sapmışlıkları vardır!

Dünyada gözünü açan ilk insandan bu yana amaçların, önceliklerin büyük bir sapmışlığı söz konusudur!

Hayatın zorluğundan, boşluğundan, düzensizlikten ve çözülemeyecek sorunlardan bahseden nesiller yetişiyor! Varlık amacını bilen ve gelecekten de umutlu insanlar ise bu kitleye baktıkça istemeden hüzünleniyorlar.

Değil dünyanın birlik olması, bir ülkenin bile birlik olamamasını garip duygularla izliyoruz! Toplumsal sorunların çözülmesi için birlik olmak gerekir. Başka türlü mümkün değildir..!

Bari güzel bir haber vereyim belki moral olur! Bilim ve Teknik dergimiz artık okurlarından da makale alıyor. Tabi belli bir uzmanlık beklentisi ve kıstasları var. Fakat bu meseleyi ayrıntılı olarak anlatmak için sayfa ayırmasını takdire değer görüyorum!

Kolektif sapmalarımızdan hep birlikte kurtulmamız dileğiyle…

12 Haziran 2009

“İnanıyor musun ?”

“Dünya dışı zeki yaşam formlarının varlığına...! “
Böyle diyene rastlamak zor… Genellikle ‘Uzaylı’ ya da ‘UFO’ derler. Analitik açılımlı cevapları da piyasaya sürülmüştür. “Biz de uzaylıyız!” “UFO tabiri tanımlanamayan uçan cisim’in İngilizce baş harflerinden türetilmiştir!” Dolayısıyla uzaylılara inanmamak kendi varlığımıza inanmamak olur. Tanımlanamayan uçan cisimlere inanmamak ise hepten garip olur! “Montaj bunlar!” Hepsi mi? “Canım yanlış yorumlananlar da var!”

Bu mantıksız soruları artık sormamak için, ayrıntılı açıklamayı kısaltarak niyetimize daha uygun bir ifade kullananlar olabiliriz. Dünya Dışı Zeki Yaşam Formları = DDZYF
Türkçe açısından okunaklı olmadı sanırım! Harici Zeki Varlıklar = HZV
HeZeV, HiZiV..! Yok, bu da olmadı. Uçan Fiskos Objeler = UFO
Uzaylı FObiler= UFO. Fantastik Uçan Objeler = FUO
Fazla Uçmayın Oğlum=FUO. Yabancı Zeki Varlıklar = YZV. Şimdilik bunu kullanalım.

İnanıp inanmamak söz konusuysa, bilimsel literatüre geçmemiş bir konu demektir!
Aynı Burç meselesi gibi… İnsanlığı ikiye bölen meseleler!

Çocuk yaşlarımdayken Haktan Akdoğan’ın hazırladığı UFO belgesellerini izlerdim. O dönemde filmler de izlemişim ki bu YZV meselesine kendimi kaptırmıştım. Sağ olsun Haktan ağbi de olayın gizemini katlayarak anlatabiliyordu. Program, belgesel de olamayabilir aslında bu açıdan. Aman efendim o fotoğraflar, videolar, yaşandığı iddia edilen olaylar ile (çocuk aklımla) yukarı her baktığımda UFO görme umudu oluşmuştu. Gelseler de beni alsalar bu geri kalmış varlıkların arasından..! “Gel gel ufo can gel… Gel de al veli canı gel… Kurtar beni buralardan ne olur..!”

Büyürken, karakterim gereği pek çok gizemli görünen meseleleri incelemeye, araştırmaya çalıştım. Astronomi ve bilimin diğer çeşitli dallarına ilgim hep vardı. Ölüm ve ötesi, burçlar, ışınlanma, zamanda yolculuk… Hatta bunlar için makine yapma hayalleri buradan köye yol oluyordu… Daha bilgisayara dokunmamış çocuk, ‘laptop’ yapma sevdasına kapılmış derin düşüncelere dalıyordu. Çeşitli deneyler, denemeler ile günler akıp gidiyordu… Bilim Teknik Dergisi sayesinde önemli meraklarımı tatmin edebiliyordum.
Ne ufolar gelip aldı! Ne dizüstü bilgisayarı yapabildi, ne de adam gibi bir teleskop…
Fakat düşüncelerini bilgisayarın muhtemel çalışma prensibine yönelten çocuk, analitik zekâsını geliştirmiş oldu. Bunlar zekâ bulmacası gibi işlev gördü! Bilgiyi (geçici) depolama sistemi olan flip-flop devresini neredeyse tek başına keşfetmeye ramak kalmıştı. Lisede elektronik bölümünün derslerini aldıkça, çizdiği taslakları hatırlıyordu. Mantığı çözmüştü ama teknik bilgi yetersizliğinden kıvranıp durmuştu yıllardır.

Dini konularda da bilgimiz arttıkça hayatı yorumlama şeklimiz bir miktar değişiklik gösteriyordu. Daha doğrusu çeşitli ideolojilerin çekiştirdiği bir acemi olmaktan çıkıp kendi aklıyla bilgileri değerlendirip hayat görüşü ve vizyonu gelişmiş biri oluyordum.

Ayrıca bilmem kaç yıl ufo programı izlememiştim. Meseleyi tekrar düşündüğümde aslında, kuran-i kerimde bu konuda ortak bir yorumda uzlaşılmış ayetler olmadığını düşünüyordum. Böylece aslında gerçekten de koca evrende dünyadan başka bir yerde YZV olmayabileceği fikrini benimsedim. Çünkü bize açıkça bildirilmiş olan yaratılmış varlıklar: Melekler, İblis(ve 70 bin olduğunu işittiğimiz dünyada ki yardımcıları), İnsanlar ve Cinler. Ayrıca kâinatın sadece insanlar ve cinler için yaratıldığı yönündeki kanılar yine ayetlere dayandırılmıştır. Bu sebeplerle YZV’ ye olan inancım sönmüştü.
Dolayısıyla bütün belgelerin uydurma, yanlış anlama olduklarını kabul edip, Cinlerin insanlarla eğlenmek için bu tarz şekillerde göründüklerine de ihtimal verdim.
Bu ihtimalin üstünde hala duruyorum. Fakat aksini kanıtlamak mümkün değil. Yani hiçbir cinin böyle bir şey yapmadığını!
Cinlerin insanlara musallat olduğunu duymuşsunuzdur. Hatta bunu yaşamış olabilirsiniz, ya da yaşamış tanıdığınız olabilir. Musallat olanlar kötü cinlermiş. Bazen çarpılma ya da ‘uğrama’ diye tabir edilen vakalar da görülüyor. Kişi sebepsiz baygınlık geçirir. Bir anda bilincini kaybeder ya da yamulur gibi… Bu tarz olaylara birkaç kez tanık olmuştum ve büyüklerin yaptığı ‘uğrama’ yorumları; pis bir yerden geçmek, Besmele çekmeden ıssız yerlerden geçmek veya cinlerin sofrasından geçmiş olmak sebeplerine dayandırılıyordu! Musallat ise daha kâbus bir şeydir. Allah bizi bunlardan da korusun… Neticede onun izni olmadan hiçbir şey olmaz! İnsanın başına çok çeşitli musibetler gelebilir. Ama bunlar ya imtihan, ya ceza ya da her ikisidir… Ve mutlaka geçicidir… Hayatın dokusunda olan geçicilikten nasiplerini almışlardır. (Cinlerin, genellikle var olduklarına inanmayanlara musallat oldukları kanısına varılmıştır. :D )
İslam’a uygun yaşadıkça cinlerden endişe duymamıza da gerek yoktur.

İnsana musallat olan kötü cinler varken, onlarla eğlenenler de vardır. Ufo meselesinin bir kısmı bu şekilde açıklanabilir.

Derken Saba Tümer rahat durmadı ve Haktan Akdoğan ile Ömer Çelakıl’ı aynı programda buluşturdu. Tekrarını izlemek nasip oldu. Çok güzel bir program olmuş..!
Ömer Çelakıl ufo meselesine uzak olduğunu ara sıra tekrarlıyor. Aslında anladığım kadarıyla kanıtların yetersiz olduğunu da düşünüyor. Bir yandan da Kumburgaz’da çekilmiş yeni görüntüleri ve Obama’nın yemin törenindeki ufoları gösteriyorlar.
Yerli görüntülerdeki aracın 'kokpitvari' mahallindeki camdan içerideki varlık da görülebiliyor sanki..! Haktan ağbi öyle düşünüyor en azından…

Gerçekten Kumburgaz’daki görüntüler düşündürücü. TÜBİTAK incelemiş ve montaj olmadığını söylemiş. Dünyada çok yankı uyandırmış. Ve en önemli görüntülerden sayılacağına inanılıyor.

Haktan Akdoğan’ın örnek olarak verdiği “Ve muhakkak ki Allah Şira Yıldızı'nın da bütün yıldızların da Rabbidir.” (NECM Suresi, 49.)
ayeti ile şiranın, sirius yıldızı olduğunu ve o yıldızın bu şekilde anılmasının ona yakın gezegenlerde de zeki yaratıkların olduğuna bir işaret olabileceğini dile getirdi.

Diyanet’in ve ilahiyat fakültesi profesörlerinin YZV hakkında kesin yorumlar yapmamaları da beni yine düşünmeye sevk etmiştir. Aslında bilimsel yaklaşmıştım son yıllarda. Yani “daha kesin temaslar gerçekleşmeden, yada bilim çevreleri ve hükümetler konuyla ilgili somut adımlar atmadan mesele muallaktadır..!” gibi. Demişken; YZV araştırması için tertiplenen CETI projesini ve Carl Sagan’ı analım. (her ne kadar ateist olarak öldüyse de) Konuya değindiği “Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı” adlı kitabını tavsiye edebilirim. Pek çok eseri olan Amerikalı bilimci popüler bilim’e katkısı ile de, yani insanlara kendini okutan kitaplarıyla pek çok ödül kazanmıştır. Ufo şarlatanlarının neler yapabileceğini örnekleriyle anlatıyor adı geçen kitapta. Bir yandan ufo belgelerinin neredeyse hiç birini kale almazken CETI projesine önderlik etmesi ilginç karşılanmıştır.


Şimdi yanı başımıza, Kumburgaz’ımıza kadar gelmiş bir YZV’ ye ben ne diyeyim!?

“Ben sana nasıl inanmayabilirim ki! Bak arkadaş pölümiye girmeyecem..!
Adam gibi gel, selamını ver! Otur bir çayımızı iç. Hele bi soluklan! Sonra de bakalım sebebi ziyaretini! Kız mı istiyonuz? Bize medeniyet mi getiriyonuz? Avurupa’dan daha mı medeniysiniz falan ne diyeceksen de! Ama kardeşim, sen yukarıdan bakıyon bize! Gözetleyip duruyon! Rahatsız oluyoruz tabi! Bir değil iki değil! E laftan da anlamıyonuz! Nasıl iletişim kurcaz biz sizlen!? Sona git diye daş atıyoz, senin şakşakçıların diyur; “Napıyonuz! Misafire daş atılır mı?” yav de get..!”

Neticede veliamca tarafında, güncel verilerin ışığıyla konunun yeniden değerlendirilmesi sonucunda YZV’nin varlığı 2-1 önde!

Kumburgaz’da çekilen görüntüler için bağlantı:

http://www.siriusufo.org/tr/?fx=h.oku&id=112

5 Haziran 2009